orhukuk

Vasiyetname, Geçerlilik Koşulları ve Türleri Vasiyet, resmi şekilde veye miras bırakanın el yazısı ile ya da sözlü olarak yapılabilir. (TMK md. 531 ) Vasiyetname; miras bırakanın tek taraflı iradesine dayanan, kimseye yöneltilmesine gerekmeyen ölüme bağlı düşünce ve istemlerini açıkladığı bir hukuki muameledir. Vasiyetname yapma ehliyeti, vasiyet yapabilmek için ayırt etme gücüne sahip ve on beş yaşını bitirmiş olmak gerekir (TMK md. 502). Ehliyetsiz kişilerin yaptığı vasiyetnameler kendiliğinden batıl olmazlar. Ancak miras bırakanın ölümünden sonra açılan davalar ile iptal ettirilebilir. Resmi Vasiyetname İki tanığın katılması ile resmi memur tarafından düzenlenir. Resmi memur, sulh hâkimi, noter veya kanunla kendisine bu yetki verilmiş diğer bir görevli olabilir.(TMK md.532) Miras bırakan arzularını resmi memura bildirir. Bunu sözlü yapabileceği gibi el veya makine yazısı ile de verebilir, sözlü beyan yazdırılır okunması için verilir, okunur vasiyetçi imzalar, memur vasiyetnameye tarih koyarak imzalar. (TMK md 533 ) Hemen sonra vasiyetnameyi okuduğunu bunun son arzularını içerdiğini memurun huzurunda iki tanığa beyan eder içeriğin tanıklara bildirilmesi zorunlu değildir. Vasiyetçi okuma yazma bilmiyorsa memur vasiyetnameyi iki tanık huzurunda okur bunun üzerine vasiyetçi vasiyetnamenin son arzularını içerdiğini söyler. (TMK md 535) Tanıklar bu beyanın kendi önlerinde yapıldığını ve vasiyetçiyi ehil gördüklerine dair beyanları yazarak veya yazdırılarak altını imzalarlar. Memur ve tanıkların TMK md 536’nın aradığı şartları taşımaları gerekir. El Yazılı Vasiyetname Yapıldığı yıl, ay gün gösterilerek başından sonuna kadar vasiyetçinin el yazısı ile yazılmış ve imzalanmış olması zorunludur. Vasiyetname saklanmak üzere açık veya kapalı olarak notere, sulh hakimine veya yetkili memura bırakılabilir. ( TMK md 538) Sözlü Vasiyet Vasiyetçi olağan üstü durumlar (TMK md 539) yüzünden vasiyetname yapamıyorsa sözlü vasiyet yoluna başvurur. Vasiyetçi tarafından görevlendirilen tanıklardan biri, beyan edilen son arzuları yer yıl ay ve gün belirterek hemen yazar imzalar. Diğer tarafa da imzalatır zaman geçirmeksizin sulh veya asliye mahkemesine verirler (TMK md 540.) Vasiyetçi için sonradan diğer şekiller bakımından vasiyetname yapma imkânı doğarsa bu tarih üzerinden bir ay geçerse sözlü vasiyetname hükümden düşer. ( TMK md 541.) Vasiyetnamenin Tevdi Edilmesi ve Açılması ve Vasiyetname İle İlgili İşlemler Vasiyetçinin ölümünden sonra ele geçen vasiyetnamesinin geçerli olup olmadığına bakılmaksızın hemen Sulh hâkimine teslim edilmesi sorunludur. Sulh hâkimi geçerli olup olmadığına bakmaksızın teslimden itibaren bir ay içerisinde açılır, okunur. Bilinen mirasçılar ve diğer ilgililer vasiyetnamenin açılması sırasında diledikleri taktirde hazır bulunmak üzere çağrılır. ( TMK md 595,596) Açılıp okunan vasiyetnamenin bir örneği ilgililere tebliğ edilir (TMK md 597 ) Vasiyetnamenin Geçersizliği Aşağıdaki sebeplerle ölüme bağlı bir tasarrufun iptali için dava açılabilir: Tasarruf miras bırakanın tasarruf ehliyeti bulunmadığı bir sırada yapılmışsa, Tasarruf yanılma, aldatma, korkutma veya zorlama sonucunda yapılmışsa, Tasarrufun içeriği, bağlandığı koşullar veya yüklemeler hukuka veya ahlaka aykırı ise, Tasarruf kanunda öngörülen şekillere uyulmadan yapılmışsa. Vasiyet hukuku ile ilgili işlemlerin teknik ve hukuki bilgileri gerektirmesi ve mirasçıların herhangi bir hak kaybı yaşamaması için profesyonel hukuki yardımdan faydalanmaları gerekmektedir.

Destekten Yoksun Kalma Tazminatı-Yargıtay Kararı Destekten Yoksun Kalma Tazminatı-Emsal Yargıtay Kararı Özet: Dava, kasten adam öldürme nedeniyle maddi ve manevi tazminat ve destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir. İlk derece mahkemesi tarafından davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; karar, davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir. Yargıtay tarafından yapılan değerlendirmede, mirasçılardan birinin desteğe ihtiyacı olmadığı, tazminat hesabının dosya içeriğine uymadığı; bu nedenle yeni bir bilirkişi incelemesi yaptırılması gerektiği ve haksız fiilin haksız tahrik altında işlendiği hususlarının gözönüne alınarak yeniden bir karar verilmesi gerektiğini belirterek, ilk derece mahkemesinin kararını bozmuştur. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin E:2017/4993, K:2018/506 Sayılı Kararı “İçtihat Metni” MAHKEMESİ: …..Asliye Hukuk Mahkemesi Davacılar … vekili Avukat … tarafından, 03/02/2010 tarihli dilekçeyle kasten adam öldürmeden kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istenmiştir. Mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Bu karar davalılar vekili tarafından süresinde temyiz edilmiştir. Temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü. Dava, kasten adam öldürme nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; karar, davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir. Tarafların İddia ve Savunmaları Davacılar vekili, müvekkillerinin murisi … ve …’ın davalılar tarafından kasten öldürüldüğünü haklarında kamu davası açıldığını belirtmektedir. Bu nedenle kasten öldürme nedeniyle ortaya çıkan maddi ve manevi zararlarının tazmini isteminde bulunmuştur. Davalılar vekili, davacıların destekten yoksun kalma tazminatını talep hakları olmadığını, eylemin haksız tahrik altında gerçekleştirildiğini belirterek, davanın reddi gerektiğini savunmuştur. İlk Derece Mahkemesinin Kararı Mahkemece, destekten yoksun kalma tazminatının; bilirkişi raporu esas alınarak davacılar … ve …’in müteveffa …’in vefatından dolayı, davacı …’ın ise eşi …’ın vefatından dolayı destekten yoksun kaldıkları gerekçesiyle davacı … yönünden kısmen kabulüne, diğer davacılar yönünden ise kabulüne karar verilmiş, manevi tazminat istemlerinin de tüm davacılar yönünden kabulüne karar verilmiştir. Yargıtay’ın Değerlendirmesi Davacılardan … (…) destek …’ın kızıdır. 1977 doğumlu olup olay tarihi itibariyle 28 yaşındadır. Hesap bilirkişi raporunda evlendiği tarih olan 02/01/2009 tarihine kadar babasının desteğinden yararlanacağı kabul edilerek destekten yoksun kalma tazminatı hesaplanmıştır. Mahkemece bu rapor hükme esas alınarak karar verilmiştir. Oysa olay tarihinde 28 yaşında olan davacı … …’in(…) yaşı itibariyle anne babasının desteğine ihtiyaç duymadan hayatını devam ettirmesi asıldır. Adı geçen davacının çalışmasını engelleyen bir özrü veya sağlık problemi olduğu konusunda herhangi bir iddia ve delil de bulunmamaktadır. O halde olağan destek yaşını geçmiş olan adı geçen davacının maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekirken kabulü doğru olmamıştır. Bu durum kararın bozulmasını gerektirmiştir. Davacılardan … ve …’ın destekten yoksun kalma tazminatı yönünden ise, hükme esas alınan bilirkişi raporunda yapılan tazminat hesabının dosya içeriğine uygun olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hususta konusunda uzman aktüerya bilirkişiden yeniden rapor alınarak, buna göre karar verilmesi gerekir. Ceza mahkemesinin maddi vakıaların belirlenmesine ilişkin mahkûmiyet kararı hukuk hâkimi yönünden bağlayıcı olup, taraflar yönünden kesin delil niteliği taşır. …1.Ağır Ceza Mahkemesinin E:2004/343, K:2006/305 sayılı ilamıyla sanık davalıların mütevaffa …’e yönelik eylemlerini haksız tahrikle gerçekleştirdikleri gerekçesiyle ceza indirimi yapılmıştır. Şu halde; davalıların müteveffa …’e yönelik eylemini haksız tahrik altında gerçekleştirdiği ceza dosyasında maddi vakıa olarak belirlenmiştir. Hukuk hâkimi de bu tespit ile bağlıdır. … mirasçıları davacılar … ve … (…) yararına hükmedilen manevi tazminat yönünden de matematiksel oranda olmamak üzere uygun bir indirim yapılması gerekirken manevi tazminat isteminin tümden kabulü usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir. Sonuç Yukarıda açıklanan nedenlerle, temyize konu davalılar yararına BOZULMASINA, bozma nedenine göre davalıların diğer temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, 05.02.2018 gününde oybirliğiyle karar verildi. Destekten Yoksun Kalma ile ilgili daha fazla bilgi için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.

Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmesinin Feshi Kat karşılığı inşaat sözleşmesi konusunda, tarafların feshi ve feshin şeklinin nasıl olacağını tespit etmek önemlidir. Kural olarak, eser sözleşmelerinin geçerliliği hiçbir şekil şartına bağlı değildir. Bu nedenle sözleşmenin taraflarından herhangi birisi sözleşmeden dönme iradesini (fesih) karşı tarafa bildirerek sözleşmeden dönebilir (feshedebilir). Bu durumda, zarara uğrayan tarafın açacağı tazminat davasında, sözleşmenin feshinin haklı olup olmadığı gündeme gelecektir. Eser sözleşmelerinin bir türü olan kat karşılığı inşaat sözleşmelerinin, bedel olarak arsa-payının-devri borcunu da içerdiğinden, geçerliliği resmi-şekilde yapılması şartına bağlıdır. Bu nedenle, kat karşılığı inşaat sözleşmeleri, sözleşmenin taraflarından birisinin (arsa sahibi ya da yüklenici) tek taraflı irade beyanı ile feshedilemez. Fesih için; Arsa sahibi ve yüklenicinin kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshi konusunda anlaşmaları (iradelerinin uyuşması) gerekir. Taraflar anlaşarak kat karşılığı inşaat sözleşmesine her zaman son verebilirler. Arsa sahibi ve yüklenici, kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshi konusunda anlaşamaz ise, sözleşmenin feshi için mahkemeye dava açılması ve sözleşmenin feshine karar verilmiş olması gerekir. Şunu da belirtmek gerekir ki, yapılan kat karşılığı inşaat sözleşmesi geçersiz ise, geçersiz sözleşmenin feshi söz konusu olamaz. Bu durumda sözleşmenin geçersizliğinin tespiti istenebilir. Nitekim Yargıtay 15 HD’nin 06.11.2018 T. E:2018/4396, K:2018/4298 sayılı kararında; Kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshinde iradeler-uyuşmamışsa mahkeme kararı gerektiği belirtilmiştir. Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin E: 2018/4396, K: 2018/4298 Sayılı Kararı “İçtihat Metni” Mahkemesi:… Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi İlk Derece Mahkemesi:… 22. Asliye Hukuk Hâkimliği Yukarıda tarih ve numarası yazılı olan Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi’nce verilen kararın temyizen tetkiki davacılar tarafından istenmiştir. Temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dosyadaki kâğıtlar okundu gereği konuşulup düşünüldü: Karar Dava, arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesinden kaynaklanmış olup, el atmanın önlenmesi, fesihte haklı olunduğunun tespiti, tapuya konulmuş olan kat karşılığı inşaat sözleşmesinin terkini ile fesih nedeniyle davacının maruz kaldığı zararların tesbit edilerek davalıdan tahsili istemine ilişkindir. İlk Derece Mahkemesinin Kararı İlk derece mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda; El atma talebi konusuz kaldığından bu konuda bir karar verilmesine yer olmadığına, Davacıların fesih nedeniyle maruz kaldıkları zararlarına ilişkin tazminat talepleri ispatlanamadığından bu konudaki tazminat taleplerinin reddine, Talebin kabulü ile taraflar arasında akdedilen kat karşılığı inşaat sözleşmesinin haklı nedenle feshedildiğinin tespitine ve Tapu kaydına konulan şerhin terkinine, Davalı … yönünden yüklenici sıfatı bulunmadığından bu kişi açısından davanın reddine karar verilmiştir. İstinaf Mahkemesine Başvuru Süreci ve İstinaf Kararı Davalı yüklenici şirket vekili ve vekâlet ücreti yönünden davalı …’ü istinaf kanun yoluna başvurmuştur. … Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi’nce; Davalıların diğer istinaf sebepleri incelenmeksizin istinaf taleplerinin usul yönünden kabulüne, İlk derece mahkemesi olan … 22. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 14.12.2017 gün ve 2015/364 Esas, 2017/349 Karar sayılı kararının kaldırılmasına, Davalılar hakkında açılan davanın HMK’nın 114/1–4 ve 115/2. maddeleri gereğince dava şartı yokluğu nedeniyle usulden reddine karar verilmiştir. Verilen karar kendi adına asaleten, arsa sahipleri Sevgi, Umut ve …’e vekâleten avukat … … tarafından temyiz edilmiştir. Yargıtay’ın Değerlendirmesi … 6. Noterliği’nde 17.07.2014 gün 53840 yevmiye no ile düzenlenen düzenleme şeklinde taşınmaz satış vaadi ve arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi, … İlçesi … Mahallesi Kapanağılı Mevkii 36 pafta 238 ada 10, 11 ve 12 parsel sayılı taşınmazlar üzerinde inşaat yapımı için arsa sahipleri … …, …, … ve …, … ile yüklenici şirket ve … arasında imzalanmıştır. Arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesinin tüm tarafları davada davacı ve davalı olarak yer almaktadır. Bu nedenle, Türk Medeni Kanunu’nun 692. maddesindeki arsa sahiplerinin birlikte dava açma koşulu ve taraf teşkili gerçekleşmiştir. Davacılar tarafından açılan davada yüklenicilerin el atmalarının önlenmesi, tapuya konulan şerhin terkini fesih nedeniyle uğranılan zararların tespit ve tahsili istenmiştir. Bunlara ek olarak kat karşılığı inşaat sözleşmesinin fesihte haklı olunduğunun tespiti talep edilmiştir. Arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmeleri tapuda pay devrini de içermektedir. Bu nedenle diğer tarafın karşı çıkması halinde tek-taraflı dönme-fesih irade beyanının varlığı ve bunun karşı tarafa ulaşmasıyla hukuki sonuç doğurmamaktadır. Dönme-fesih için mahkeme kararının alınması zorunludur. 6100 sayılı HMK’nın 33.maddesi hükmünce hâkim Türk hukukunun resen uygular. Maddi vakıaları ileri sürüp kanıtlamak taraflara hukuki nitelendirme tarafların beyanı ile bağlı olmaksızın hâkime aittir. Az yukarıda belirtildiği gibi davada yüklenicilerin sözleşme konusu taşınmaza el atmalarının önlenmesi ve bu sözleşmenin tapuya şerhinin terkini de talep edilmiştir. Bu bağlamda davacılar aynı zamanda mahkemeden sözleşmeden dönmeyi de talep etmiş sayılırlar. (Yargıtay 15.Hukuk Dairesi’nin 14.04.2008 gün 2007/1276 Esas, 2008/2431 Karar. 21.12.2006 gün 2005/7594 Esas, 2006/7533 Karar sayılı ilamları ve benzer içtihatları). Bu durumda; İstinaf incelemesini yapan bölge adliye mahkemesince davacıların el atmanın önlenmesi ve tapudaki şerhin terkini istemleri, arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesinin feshi talebini de içerdiği, Arsa sahipleri ile yüklenicilerin tamamı davada davacı ve davalı olarak yer almakta olduğu ve taraf teşkili de tamamlandığından, Sözleşmenin feshi koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediği de incelenerek istinaf talebi konusunda ve Davalı … Özgün’ün taraf teşkilini sağlamak için zorunlu olarak hasım gösterildiği de gözetilerek sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekmektedir. Buna rağmen yanlış değerlendirme ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılıp dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine karar verilmesi doğru olmamıştır. Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulması uygun bulunmuştur. Sonuç Yukarıda açıklanan nedenlerle davacıların temyiz itirazlarının kabulü ile … Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesi’nin 22.05.2015 gün 2018/845 Esas, 2018/572 Karar sayılı kararının, davacılar yararına BOZULMASINA, 6100 sayılı HMK 373. madde hükümleri gözetilerek dosyanın Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi’ne, karardan bir örneğinin ise ilk derece mahkemesine gönderilmesine, 06.11.2018 gününde kesin olmak üzere oybirliğiyle karar verildi. Kat karşılığı inşaat sözleşmesi ile ilgili daha fazla bilgi için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.

Kiralanın Erken Tahliyesi Halinde Kira Bedelinin Ödenmesi Kira sözleşmesi ile ilgili olarak, kiralananın erken tahliyesi halinde kira bedelinin ne şekilde ödeneceği hep tartışma konusu olmuştur. Kira sözleşmesi karşılıklı iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmedir. Bu sözleşmeyle kira süresi boyunca, kiraya veren düzenli olarak kira bedellerini almayı amaçlamaktadır. Kiracı da belirlenen sürenin sonuna kadar kiralanandan yararlanmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle belirli süreli yapıldığı takdirde sürenin sonuna kadar her iki tarafı da bağlar. Eğer belirsiz süreliyse Türk Borçlar Kanunu’nun 328–330’uncu maddeleri çerçevesinde fesih bildirimine dayalı olarak sona erdirilmesine kadar her iki tarafı bağlar. Dolayısıyla kiracı, kiralananı belirtilen sürelerden önce kiraya verene geri verirse, kural olarak kira bedelini ödeme borcundan kurtulamaz. Yani kiracı kira süresinin bitiminden önce, kiralananı, herhangi bir sebeple geri verirse kural olarak kira bedelini ödemeye devam edecektir. Örneğin, 05.10.2017 başlangıç tarihli, aylık 3.000 TL bedelli ve bir yıl süreli bir konut kirası sözleşmesinde kira süresinin sonu 05.10.2018 olacaktır. Kiracı herhangi bir nedenle 05.02.2018 tarihinde kiralananı geri vermişse, 8 aylık kira bedelinden kural olarak sorumlu olması gerekir. Bu sözleşmeye bağlılık ilkesinin bir gereğidir. Ancak kiracının sorumlu olacağı bu süreler de, Türk Borçlar Kanunu’nun 325. maddesi çerçevesinde çeşitli sınırlamalara tabi tutulmuştur. Kiracının Sorumluluğunun Süresi TBK’nın 325/1’de, kiracının, sözleşme süresine veya fesih dönemine uymaksızın kiralananı geri vermesi halinde, kiralananın benzer koşullarla kiraya verilebileceği makul bir süre için sorumlu tutulabileceği düzenlenmiştir. Ayrıca kiracının, ödeme gücüne sahip ve kira ilişkisini devralmaya hazır yeni kiracı bularak, kira sözleşmesinden doğan borçlarından kurtulabileceği kabul edilmiştir. Dolayısıyla bu düzenlemeyle, kiralananı kullanmayan ve ondan yararlanmayan kiracının sorumluluğunun devam edeceği belirtilmiş ancak bu sorumluluk makul bir süreyle sınırlandırılmıştır. Bu düzenleme ile hem kiracının korunması ilkesi terk edilmemiş, hem de kiraya verenin menfaatleri de korunmuştur. Bu durumda kiracı, kiralananı kira süresinin sona ermesinden önce geri verebilir. Geri vermeden sonra işleyecek kira bedellerinden ancak, kiralananın benzer koşullarla kiraya verilebileceği makul bir süre için sorumlu olacaktır. Örneğin, 5 yıl süreli yapılan bir işyeri kirasında kiralanan 1 yıl sonra herhangi bir nedenle geri verilmişse, kalan 4 yılın kira bedellerinin tamamının kiracıdan istenmesi dürüstlük kuralına aykırı bir durum teşkil eder. Bu durumda hakkaniyet gereğince taraflar arasındaki dengenin korunması gerekecektir. Uygulamada erken tahliye şeklinde ifade edilen bu durumda, kiraya verenin zararı yönünde kiracı, makul bir süreyle kira bedelinden sorumlu olacaktır. Makul sürenin, hakkaniyet çerçevesinde her somut kira sözleşmesi ve kiralananın bulunduğu çevre dikkate alınarak belirlenmesi gerekmektedir. Örneğin, İstanbul’un Kadıköy ilçesinde bir konutun kiralanması kısa sürede olabilir. Konut, kira süresinin bitiminden 5 ay önce tahliye edilirse ve Kadıköy bölgesindeki benzer konutların bir-iki ay içerisinde kiraya verilebildiği tespit edilirse, kiracı kiralananı tahliye etme tarihinden itibaren en fazla iki ay kira bedelini ödemek zorunda kalacaktır. Ancak, kiraya veren tüm çabalarına rağmen, kiralananı örneğin 6 ay sonra kiraya verilebilir. Eğer kiraya veren durumu ve gayretini ispat ederse, bu durumda kiraya veren 6 aylık kira bedelini isteyebilecektir. Erken tahliye durumunda kiralananın benzer koşullarla aynı kira bedeliyle makul süre içerisinde kiraya verilemediği durumda ne olacaktır? Kiralananın erken tahliyesi halinde kira sözleşmesindeki kira bedeliyle yeniden kiraya verilmesi imkânsız olabilir. Bu durumda kiracının kira bedelinden sorumlu olacağı miktarın belirlenmesi önemlidir. İlk olarak söz konusu gayrimenkulün rayiç kira bedeli, daha sonra da bu rayiç kira bedeliyle kiralananın kiraya verilebileceği makul süre belirlenecektir. Bu durumda kiracı, makul sürenin sonuna kadar sözleşmedeki kira bedelini ödeyecektir. Ayrıca makul süreden kira sözleşmesinin sona ereceği süreye kadar ise, sözleşmedeki kira bedeliyle, rayiç kira bedeli arasındaki farkı ödeyecektir. Örneğin, 01.01.2017 başlangıç tarihli, aylık 5.000 TL bedelli ve iki yıl süreli bir kira sözleşmesinde kiracı, Nisan 2018 sonunda kiralananı tahliye ederek geri vermiştir. Bu durumda, kiralananın yeniden aynı kira bedeliyle kiralanmasının mümkün olmadığı sonucuna varıldığında, ilk olarak rayiç bedel tespit edilecektir. Rayiç kira bedelinin 4.000 TL olarak tespit edildiği ve kiralananın da en fazla üç ay içerisinde kiraya verilebileceğinin belirlendiği durumda kiracı, üç aylık makul süre olan Mayıs-Haziran-Temmuz 2018 aylarına ilişkin olarak aylık 5000 TL den toplam 15.000 TL kira sözleşmesindeki kira bedelini tam olarak ödeyecektir. Ağustos ayı ile Aralık ayları arasında ise aylık 1.000 TL olan kira farkının toplamı olan 5.000 TL’yi ödemesi gerekecektir. Bu durumda kiracının erken tahliye dolayısıyla ödemesi gereken tutar toplam 20.000 TL olacaktır. TBK’nın 325/1’de, erken tahliye eden kiracıya yukarıdaki bahsi geçen ödeme yükümlülüğünden kurtulma imkânı tanınmıştır. Erken tahliye eden kiracı makul sürenin geçmesinden önce, kiraya verenden kabul edilmesi beklenebilecek, ödeme gücüne sahip ve kira ilişkisini devralmaya hazır yeni bir kiracı bulması halinde, kiracının kira sözleşmesinden doğan borçlarının sona erecektir. Örneğin, makul sürenin 4 ay olduğu durumda, kiracı, kiralananı verdiği tarihten bir ay sonra, ödeme gücüne sahip yeni kiracı bulabilir. Bu durumda, sadece bir aylık kira bedelini ödemekle yükümlü olacaktır. Yeni kiracının ödeme gücüne sahip olduğunun ispat yükü kiracıdadır. Kira ve diğer hususlarla ilgili bilgi almak için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.

Kızlık Soyadını Kullanmak için Haklı Gerekçeye İhtiyaç Yoktur Kızlık Soyadı Kullanmak İçin Haklı bir Gerekçeye İhtiyaç Olmaması-Emsal Yargıtay Kararı Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2014/889 Esas, 2015/2011 Karar Sayılı Kararı EVLİLİK SOYADININ İPTALİ İLE EVLİLİK BİRLİĞİ İÇİNDE KIZLIK SOYADININ KULLANILMASI İSTEMİ KIZLIK SOYADINI KULLANMAK İÇİN HAKLI BİR GEREKÇEYE İHTİYAÇ OLMAMASI EVLİ KADINLARIN KOCALARININ SOYADINI TAŞIMA ZORUNLULUĞIU CİNSİYETE DAYALI FARKLI MUAMELE TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERE İLİŞKİN ULUSLARARASI BİR ANLAŞMA İLE BİR KANUN HÜKMÜNÜN ÇATIŞMASI “İçtihat Metni” Taraflar arasındaki “kızlık soyadının kullanılması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 11. Aile Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir. Bu karar davalı Nüfus Müdürlüğü Temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir. Bunun üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 21.02.2013 gün ve 2012/2319 E. 2013/4523 K. sayılı ilamıyla; “Davacı, evlenmekle yasa gereği kocasının soyadını almıştır. Kocasının soyadı önünde evlenmeden önceki soyadını da kullanmaktadır. Mahkemece; davacının evlenmekle aldığı kocasının soyadının iptaline, kızlık soyadını kullanmasına izin verilmesine karar verilmiş, hükmü nüfus idaresi temyiz etmiştir. Verilen karar, evlenen kadının soyadı ile ilgili olduğuna göre, işin aile mahkemelerinin görevine girdiği kabul edilmiştir. Ve karar aile kütüklerinde değişiklik sonucunu hasıl edeceğinden nüfus idaresinin kararı temyiz yetkisinin bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır (5490 s. NHK. m. 37). Evli Kadının Soyadı Değişikliği Mahkemece verilen karar, evli kadının soyadında değişikliğe ilişkindir. Evli kadının soyadı, kocasına bağlı olarak değişebilir. Kocasının soyadında bir değişiklik olmadıkça evlenen kadın kocasının soyadını taşımak zorundadır. Yasal düzenleme böyledir (TMK. m. 187). Evlilik boşanma veya iptal kararıyla sona ermedikçe evli kadının yalnızca evlenmeden önceki soyadını kullanması yasal olarak mümkün bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin Bakışı Anayasanın 10. maddesinde 5170 sayılı yasayla ve 41. maddesinde 4709 sayılı yasayla yapılan değişikliklere rağmen Anayasa Mahkemesi, Türk Medeni Kanununun 187. maddesinde yer alan düzenlemeyi Anayasa’ya aykırı görmemiştir. Bu hükmün iptali için yapılan itiraz başvurusunu 10.03.2011 tarihli E:2009/85, K:2011/49 sayılı kararıyla reddetmiştir (21.10.2011 tarihli 28091 sayılı Resmi Gazete). Anayasa Mahkemesi kararları, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar (Anayasa m. 153/son). Yasa hükmü yürürlükte bulundukça mahkemenin yasal düzenlemeye aykırı düşecek şekilde karar tesis etmesi olanağı yoktur. Anayasanın 90. maddesine 5170 sayılı yasayla ilave edilen, milletlerarası anlaşma hükümlerinin esas alınacağına ilişkin düzenleme “temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hüküm içermesi” hali için geçerlidir. Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin başta İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ile temel hak ve özgürlükleri düzenleyen diğer sözleşmelerde, evli kadının “evlenmeden önceki soyadını muhafaza edeceğine” ilişkin açık bir hüküm ve düzenleme bulunmamaktadır. Başka bir ifade ile “aynı konuda farklı hüküm” söz konusu değildir. AİHM Tekeli vs. Türkiye Davası İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi “Tekeli-Türkiye” kararında kişinin soyadını, özel hayatın kapsamında kabul etmiştir. Türk Medeni Kanununun 187. maddesindeki düzenlemenin “evli kadına kocasının soyadını taşımayı dayattığını belirtmiştir. Bunun da soyadını seçme ve evlenmeden önceki soyadını muhafaza etme hakkını ortadan kaldırdığını söylemiştir. Bu kapsamda, yasal düzenlemenin Sözleşmenin 8. maddesinde düzenlenen “özel hayata” müdahale oluşturduğunu kabul ederek ihlal kararı vermiştir. Burada ihlale yol açan, ulusal mahkemelerin uygulaması veya yasa hükmünü yorum tarzı değil; yasal düzenlemenin bizatihi kendisidir. Bu düzenleme değiştirilmedikçe mahkemeler yasaya uygun karar vermekle yükümlüdür. Bu bakımdan, yerel mahkemenin olayda uygulanma olanağı bulunmayan Anayasa’nın 90/son maddesinden hareketle ulaştığı sonuç, doğru değildir. Ayrıca Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılık etkisini de bertaraf edici niteliktedir. Böyle bir yaklaşım “yürürlükte olan yasa hükmüne aykırı kararlar verilmesi” sonucunu hasıl eder. Bu ise Türk Medeni Kanununun benimsediği aile birliğinin ve bütünlüğünün kocanın soyadı üzerinden devamına ilişkin genel prensibi ve kamu düzenini bozar. Öyleyse davanın reddine karar verilmelidir. Açıklanan hususlar gözetilmeksizin yasal olmayan gerekçelerle yazılı şekilde karar verilmesi doğru bulunmamıştır.” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Temyiz Eden: Davalı Nüfus Müdürlüğü Temsilcisi HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, evlilik soyadının iptali ile evlilik birliği içinde kızlık soyadının kullanılması istemine ilişkindir. Tarafların İddia ve Savunmaları Davacı H.. Y.. vekili 13/01/2011 harç tarihli dava dilekçesinde özetle; Müvekkilinin araştırma görevlisi olarak “Yılmaz” soyismi ile birçok akademik eseri bulunduğunu, Aynı zamanda uluslararası gemilerde üçüncü kaptan olarak görev yapan müvekkilinin uluslararası limanlardan “Yılmaz” soyismi ile defalarca giriş çıkış yaptığını, Tüm bu başarılarının yanı sıra müvekkilinin kadın olarak soyadı gibi kişiye sıkı sıkıya bağlı devredilmez bir kişilik hakkının kullanım hakkını haiz olduğunu, Evlendiği eşinin soyadını kullanmak zorunda bırakıldığını, Çoğu Avrupa ülkesinde eşitlikçi bir yaklaşımla bu sorunun aşıldığını, Kadın kendi soyadını eşinin soyadına bağımlı olmaksızın evlendikten sonra da koruyabildiği gibi kendi soyadını eşine de çocuklarına da verebildiğini hatta aile adı olarak da kullanabildiğini iddia ederek müvekkilinin evlenmekle edindiği “Yüksekyıldız” soyadının iptali ile sadece kızlık soyadı olan “Yılmaz” soyismini kullanmasına karar verilmesini istemiştir. Davalı N.. M.. cevap vermemiştir. Dahili davalı E.. Y.. 18.04.2011 tarihli cevap dilekçesinde “davanın kişilik hakkının korunmasına yönelik ve haklı bir dava olduğunu kabul ediyorum” şeklinde beyanda bulunmuştur. Mahkemece istem kabul edilmiş, davalı Nüfus Müdürlüğü temsilcisinin temyiz istemi üzerine, Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle karar bozulmuştur. Mahkemece önceki gerekçeler tekrar edilerek ilk kararda direnilmiştir. Direnme kararı davalı temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir. Uyuşmazlığı Temeli Uyuşmazlık, AİHS karşısında AYM kararlarının bağlayıcı olup-olmadığı; varılacak sonuca-göre TMK 187.madde-hükmüne-rağmen kadının evlilik-birliği içinde sadece kendi soyadını kullanıp-kullanamayacağı noktasında toplanmaktadır. 1982 Anayasasının 90. maddesinin son fıkrasında; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.” hükmü yer almaktadır. Bu durumda mahkemelerin önlerine gelen uyuşmazlıklarda, usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir. Hal böyle olunca, uyuşmazlığa ilişkin yasa-hükümleri ve Türkiye-Cumhuriyetinin taraf olduğu AİHS ve buna göre oluşan içtihatlarla diğer uluslararası-sözleşmelerin incelenmesi gerekmektedir. Kızlık Soyadının Kullanılmasına İlişkin Türkiye’deki Süreç İşin esasının incelenmesine geçilmeden önce kadının evlilik birliği içinde sadece kızlık soyismini kullanmasına dair ülkemizdeki süreç hakkında kısaca bilgi verilmesi gereklidir. Mülga 743 sayılı Medeni Kanunun 153. maddesinde kadının, kocanın aile ismini taşıyacağı düzenlenmişti. 14 Mayıs 1997’de Medeni Kanun’un 153. maddesinin değiştirilmesinden sonra evli kadınların kızlık soyadlarını evlilikten sonraki soyadlarının önünde kullanabileceği kabul edilmişti. 22 Kasım 2001 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı TMK ile ailenin temsilinde, ekonomik etkinliklerde ve aileyi ve çocukları etkileyen kararların alınmasında kadını erkekle eşit bir konuma getirmiştir. Diğer bazı yeniliklerin yanı sıra erkeğin aile reisi olarak kabul edilmesinden vazgeçilmiştir. Erkek de kadın da aileyi temsil gücüne kavuşmuştur. Ne var ki MK 2001’de yürürlüğe girmesine rağmen, evlilikten sonraki aile-ismine yönelik, kadınları kocalarının ismini almaya zorlayan hükümler değişmeden kalmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelere rağmen gerekli düzenleme yapılmamıştır. AİHM’nin ve Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru sonucunda verdiği ihlal kararlarıyla evlilik birliği için kadının sadece kendi soyismini kullanmasına imkân tanınmıştır. İşin esasına gelince; AİHS’nin “Özel ve aile hayatına saygı hakkı” kenar başlıklı 8. maddesi şöyledir: “(1) Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve yazışmasına saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. (2) Bu hakkın kullanılmasına bir kamu makamının müdahalesi, ancak müdahalenin yasayla öngörülmüş ve demokratik bir toplumda ulusal güvenlik, kamu güvenliği, ülkenin ekonomik refahı, düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli bir tedbir olması durumunda söz konusu olabilir.” düzenlemesini içermektedir. Özel yaşama saygı hakkı alt kategorisinde geçen “özel yaşam” kavramı AİHM tarafından oldukça geniş yorumlanmakta ve bu kavrama ilişkin tüketici bir tanım yapmaktan özellikle kaçınılmaktadır. Kişinin bireyselliğinin, yani bir kişiyi diğerlerinden ayıran ve onu bireyselleştiren niteliklerin hukuken-tanınması ve bu unsurların güvence-altına-alınması son derece önemlidir. Birçok uluslararası insan hakları belgesinde “kişiliğin serbestçe geliştirilmesi” kavramına yer verilmektedir. Ancak, Sözleşme kapsamında bu kavrama açıkça işaret edilmediği görülmektedir. Bireyin Kişiliğini Geliştirmesi ve Gerçekleştirmesi Bununla birlikte, Sözleşme’nin denetim organlarının içtihatlarında, “bireyin kişiliğini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi” kavramının, özel yaşama saygı hakkının kapsamının belirlenmesinde temel-alındığı anlaşılmaktadır. Özel-yaşamın korunması hakkının sadece mahremiyet hakkına indirgenemeyeceği gerçeği karşısında, kişiliğin serbestçe geliştirilmesiyle uyumlu birçok hukuksal çıkar bu-hakkın kapsamına dâhil edilmiştir. Bu kapsamda dış dünya ile ilişki kurma noktasında son derece önemli olan isim hakkı da, Sözleşme denetim organları tarafından ön ad ve soyadını kapsayacak şekilde maddenin güvence alanı içinde yorumlanmıştır. AİHM, Sözleşmenin 8. maddesinin ad ve soyadı konusunda açık bir hüküm içermediğini belirtmektedir. AİHM’e göre; Kişinin kimliğini ve aile bağlarının belirlenmesinde kullanılan bir araçtır. Bu nedenle, soyadı, mesleki bağlamın yanı sıra, bireylerin özel-aile yaşamında diğer insanlarla sosyal-kültürel veya diğer türden ilişkiler kurabilmesi için önemlidir. Onları dış dünyaya tanıtma fonksiyonunu üstlendiği, belirli bir dereceye kadar diğer kişilerle ilişki kurmayı da içeren özel yaşama ve aile yaşamına saygı hakkıyla ilgili olduğunu ve bir kamu hukuku konusu olarak toplumun ve Devletin adların düzenlenmesi konusuyla ilgilenmesinin bu unsuru özel hayat ve aile hayatı kavramlarından uzaklaştırmayacağını kabul etmektedir. Bu kapsamda, soyadı değiştirme ile çocuğun-kadının soyadı bağlamında AİHM içtihatlarına konu edildiği görülen soyadının da Sözleşme’nin 8.maddesinin koruma-alanında olduğu anlaşılmaktadır. (Burghartz/İsviçre, B.No: 16213/90, 22/2/1994, § 24; Stjerna/ Finlandiya, B.No: 18131/91, 25/11/1994, § 37;Niemietz/Almanya, B.No: 13710/88, 16/12/1992, § 29). 1982 Anayasasına gelince; Anayasa’nın “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” kenar başlıklı 17. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Belirtilen fıkraya göre, herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu belirtilmektedir. Bu düzenlemede yer verilen maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme hakkı, Sözleşme’nin 8. maddesi çerçevesinde özel yaşama saygı hakkı kapsamında güvence altına alınan fiziksel ve zihinsel bütünlük hakkı ile bireyin kendisini gerçekleştirme ve kendisine ilişkin kararlar alabilme hakkına karşılık gelmektedir. Bireyin yaşamıyla özdeşleşen ve kişiliğinin ayrılmaz bir unsuru haline gelen, birey olarak kimliğin belirlenmesinde en önemli unsurlardan biri ve vazgeçilmez, devredilmez, kişiye sıkı surette bağlı bir kişilik hakkı olan soyadının da kişinin manevi varlığı kapsamında olduğu açıktır. Nitekim Anayasa Mahkemesi 30.03.2012 gün ve E.2011/34, K.2012/48, 10.03.2011 gün ve E.2009/85, K.2011/49, sayılı kararı ile isim hakkı Anayasa’nın 17 maddesi kapsamında değerlendirilmiştir. AİHS’nin “Ayrımcılık” kenar başlıklı 14.maddesi ise; “Bu Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum başta olmak üzere herhangi başka bir duruma dayalı hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin sağlanmalıdır.” hükmünü içermektedir. Sözleşmenin 14. maddesi, diğer bağımsız maddeler tarafından güvence altına alınan hak ve özgürlüklerin kullanılmasında ayrımcılığa karşı koruma sağlamaktadır. Ancak her farklı muamele bu maddeye aykırı olmayabilir. Eşdeğer ya da benzer bir konumdaki başka insanlara imtiyazlı muamele yapıldığının ve bu farkın ayrımcılık teşkil ettiğinin kanıtlanması gereklidir. ( National & Provincial Building Society, Leeds Permenant Building Society ve Yorkshire Building Society/lngiltere, 23 Ekim 1997 tarihli karar, Hüküm ve Karar Raporları 1997-VII, § 88). AHİM İçtihatları AİHM’nin içtihatlarına göre, bir farklı muamelenin 14. maddeye aykırı olması için nesnel ve makul bir nedeninin olmaması gereklidir. Böyle bir nedenin varlığı demokratik toplumlarda normalde geçerli olan ilkelere göre değerlendirilir. AİHS’nin belirlediği bir hakkın kullanımındaki farklı bir muamelenin meşru bir amacı olması da yeterli değildir. “Kullanılan yöntem ile gerçekleştirilmesi istenilen amaç arasında makul bir oransal bağ olmadığı” kanıtlandığında da 14. maddenin ihlal edildiği kabul edilir. ( Petrovic/Avusturya, 27 Mart 1998 tarihli karar, Hüküm ve Karar Raporları 1998-H, § 30 ve Lithgov/ ve Diğerleri/İngiltere, 8 Temmuz 1986 tarihli karar, Seri A sayı 102, § 177). Başka bir deyişle ayrımcılık kavramı, genellikle, AİHS’nin daha iyi muameleyi gerekli kılmadığı durumlarda da dahil geçerli bir neden olmadan bir kişi ya da gruba diğerlerinden daha kötü bir muamelede bulunmayı kapsar. ( Abdülazîz, Cabales ve balkandalı/İngiltere, 28 Mayıs 1985 tarihli karar, Seri A sayı 94, § 82). Burada şunun ifade edilmesi gereklidir ki; 14. madde, temelde farklı olgusal durumların nesnel bir şekilde değerlendirilmesine dayanan; kamu çıkarlarına bağlı oldukları için topluluğun çıkarlarının korunması ile AİHS’nin güvence altına aldığı hak ve özgürlüklere saygı gösterilmesi arasında adil bir denge kuran farklı muameleleri yasaklamamaktadır. ( GMB ve K.M./İsviçre (karar), sayı 36797/97,27 Eylül 2001). Bu nedenle taraf-Devletler, benzer-durumlar arasındaki küçük farklılıkların hangi durumlarda yasalarda farklı muameleyi gerekli kıldığını belirlemede bir dereceye kadar takdir-hakkına sahiptir. Bu hakkın kapsamı durumlara, konuya ve konunun geçmişine göre değişebilir. (Rasmussen/Danimarka, 28 Kasım 1984 tarihli karar, Seri A sayı 87, § 40 ve Inze/Avusturya 28 Ekim 1987 tarihli karar, Seri A sayı 126, § 41). Ancak, yalnızca cinsiyete dayalı bir farklı muamelenin AİHS’ye uygun olduğunun kabul edilebilmesi için çok geçerli nedenler sunulması gereklidir (Schuler-Zgraggen/İsviçre, 24 Haziran 1993 tarihli karar, Seri A sayı 263, § 67). Somut Olay Somut olayda; davacının iddiası, evli erkeklerin evlenmeden önceki soyadlarını kullanabilmelerine karşın evli kadınların evlendikten sonra yalnızca kızlık soyadlarını kullanamamaları hakkındadır. Bu durumun, benzer konumdaki kişiler arasında cinsiyete dayalı “farklı muamele” teşkil ettiği şüphesizdir. Hemen ifade edilmelidir ki; farklı muameleyi haklı çıkartacak ikna edici gerekçeler gösterilmediği müddetçe 14. maddenin ilkesel olarak, erkek ve kadına eşit şekilde uygulanmasını zorunludur. Hukuk Genel Kurulunca, kızlık soyisminin kullanılmasının aile birliğinin sağlanmasında olumsuz etkisi olacağı savunulmaktadır. Buna karşın, aile birliğinin sağlanmasında ortak bir soyadın kullanılmasının etkisinin bulunmadığı kabul edilmiştir. Ortak soyadın bu konuya geleneksel yaklaşım dışında bir katkısının bulunmadığı ortak bir aile ismi ile aile birliğinin yansıtılmaması halinde, evli çiftlerin ve/veya üçüncü tarafların somut ya da önemli bir sorun ile karşılaşmayacağı, nüfus hizmetlerinin yürütülmesinde çıkabilecek bir takım aksaklıların da teknik düzenlemeler ile aşılabileceği kabul edilmiştir. Evli Kadınların Kocalarının Soyadını Kullanmasının Makul Bir Nedeni Olmadığı Ayrıca Hukuk Genel Kurulunca, evli kadınların aile birliği adına kocalarının soyadını taşımak zorunda bırakılmalarının -önüne kendi kızlık soyadlarını ekleyebilseler de- nesnel ve makul bir nedeni olmadığını kabul edilmiştir. Hukuk Genel Kurulu, geleneksel kocanın soyadına dayalı aile ismi sisteminden, evli çiftlerin kendi soyadlarını kullanabilmelerine izin veren başka bir sisteme geçişin doğum, evlilik ve ölüm kayıtlarının tutulması konusunda yaratacağı sorunların önemini göz ardı etmemiştir. Ancak bireylerin seçtikleri isme göre, saygınlık ve itibarla yaşamalarını sağlamak için toplumdan bir miktar sıkıntı çekmesini beklemek de makul olacaktır. (Mutatis mutandis, Christine Goodwin/lngiltere [GC], sayı 28957/95, § 91, AİHM 2002-VI). Bu nedenle yukarıda belirtilen ve ülkemizin de taraf olduğu uluslararası metinlerde aralarında soyadı seçiminin de bulunduğu birçok konuda cinsiyete dayalı ayrımcılığı yok etme yükümlülüğü dikkate alındığında aile birliğini ortak bir aile ismi aracılığıyla yansıtma amacı, cinsiyete dayalı farklı muamele için yeterli bir gerekçe oluşturmamaktadır. Dolayısıyla, söz konusu farklı muamele 8. maddeyle beraber düşünüldüğünde 14. maddeye aykırı olduğu açıktır. Görüşmeler sırasında tartışılan bir diğer mesele de şu olmuştur: Anayasa Mahkemesi önüne iptal istemiyle götürülen ancak iptal edilmeyen TMK 187 maddesinin yürürlükte olduğu dikkate alındığında, yürürlükte olan bir maddenin Anayasa’nın 17, AİHS’nin 8 ve 14. maddeleri karşısında uygulanmasının gerekip gerekmediği tartışma konusu olmuştur. Yapılan görüşme sonunda şu sonuca varılmıştır: Anayasa’nın 90.maddesine göre usulüne uygun olarak yürürlüğe konulan temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarda yer alan düzenlemeler kanun hükmündedir. 7/5/2004 tarihinde yapılan değişiklikle fıkraya eklenen son-cümleyle hukukumuzda kanunlarla temel-hak-ve-özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalar arasında bir çeşit hiyerarşi ihdas edilmiştir. Ayrıca aralarında uyuşmazlık bulunması halinde antlaşmalara öncelik tanınacağı hüküm altına alınmıştır. Bu düzenleme uyarınca, temel-hak-ve-özgürlüklere ilişkin uluslararası bir antlaşma ile bir kanun hükmünün çatışması halinde, uluslararası antlaşma hükmünün öncelikle uygulanması gerekir. Bu durumda başta yargı mercileri olmak üzere, birbiriyle çatışan temel hak ve özürlüklere ilişkin bir uluslararası antlaşma hükmü ile bir kanun hükmünü önlerindeki olaya uygulamak durumunda olan uygulayıcıların, kanunu gözardı ederek uluslararası antlaşmayı uygulama yükümlülükleri vardır. Belirtilen düzenleme uyarınca, uluslararası insan hakları hukukunun temel belgelerinden olan ve Türkiye’nin usulüne uygun olarak onaylayıp taraf olduğu Sözleşme iç hukukta doğrudan uygulanma kabiliyetini haizdir. Sözleşme’nin 8. maddesi özel hayata ve aile hayatına saygıyı ifade ederken, 14. maddesi cinsiyete dayalı ayrımcılığı yasaklamaktadır. AİHM’in, kişinin soyadını özel hayat kapsamında değerlendirerek evli kadının kocasının soyadını kullanma zorunluluğunu özel hayata müdahale olarak kabul ettiği birçok kararında, soyadı kullanımı ile ilgili başvurular, Sözleşme’nin 8. maddesinde yer alan “özel hayatın ve aile hayatının korunması” ilkesi kapsamında incelenmiş ve kadının evlendikten sonra yalnızca evlilik öncesi soyadını kullanmasına ulusal mercilerce izin verilmemesinin, Sözleşmenin özel hayatın gizliliğini öngören 8. maddesiyle bağlantılı olarak, ayrımcılığı yasaklayan 14. maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. (Ünal Tekeli/Türkiye, B. No: 29865/96, 16/11/2004; Leventoğlu Abdulkadiroğlu/Türkiye, B. No: 7971/07, 28/5/2013;Tuncer Güneş/Türkiye, B. No: 26268/08, 3/10/2013; Tanbay Tüten/Türkiye, B. No:38249/09, 10/12/2013). Anayasa’nın 90. maddenin beşinci fıkrası uyarınca, Sözleşmeler hukuk sistemimizin bir parçası olup, kanunlar gibi uygulanma özelliğine sahiptir. Yine uygulamada bir kanun-hükmü ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin olan sözleşme hükümleri arasında bir uyuşmazlığın bulunması halinde, sözleşme-hükümlerinin-esas-alınması zorunludur. Bu kural bir zımni ilga kuralı olup, temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşme hükümleriyle çatışan kanun hükümlerinin uygulanma kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır. Direnmeye konu yargılama kapsamında verilen kararın 4721 sayılı Kanun’un 187. maddesine dayanarak verildiği anlaşılmaktadır. Ancak, yukarıda yer verilen tespitler ışığında ilgili Kanun hükmünün sözü edilen Sözleşme hükümleri ile çatıştığı görülmektedir. Bu durumda, uyuşmazlığı karara bağlayan ilk derece Mahkemelerinin, AİHS ve diğer uluslararası insan hakları antlaşmaları ile çatışan 4721 sayılı Kanun’un 187. maddesini kararlarına esas almayarak, başvuru konusu uyuşmazlık açısından Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca uygulanması gereken uluslararası sözleşme hükümlerini dikkate alması gerektiği sonucuna varılmaktadır. Değerlendirme Somut olaya gelince: sebep önemli olmaksızın davacı evlilik birliği içinde sadece kızlık soyismini kullanmak istemektedir. Kızlık soyisminin kullanmak istemek için haklı bir gerekçenin bulunmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu hak AİHS 8 ve Anayasanın 17. maddeleri kapsamında bir insan hakkıdır. Cinsiyete dayalı olarak bir ayrıma tabi tutulmaksızın erkek ve kadın arasında eşit şekilde uygulanmalıdır. Aksi durum AİHS’nin 14. maddesine aykırılık teşkil edecektir. Yukarıda açıklanan nedenlerle yerel mahkeme kararı usul ve yasaya uygun olup, onanmalıdır. Sonuç Davalı Nüfus Müdürlüğü temsilcisinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan gerekçelerle ONANMASINA, 30.09.2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi. Kızlık soyadı konusunda ayrıntılı bilgi için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.

Silahlı Terör Örgütü Üyeliği Suçunda Etkin Pişmanlık Silahlı Terör Örgütü Üyeliği Suçunda Etkin Pişmanlık-Emsal Yargıtay Kararı Yargıtay 16. Ceza Dairesi 2017/3600 Esas, 2018/1333 Karar sayılı kararı; “İçtihat Metni” Mahkemesi : ……Ceza Dairesi Suç: Silahlı terör örgütüne üye olma Karar 3713 sayılı Kanunun 3/1 maddesi yollamasıyla TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 53, 58/9, 63 maddeleri uyarınca mahkumiyet hükmüne yönelik istinaf talebinin esastan reddi Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm temyiz edilmiştir. Temyiz edenin sıfatı, başvurunun süresi, kararın niteliği ve temyiz sebebine göre dosya incelendi, gereği düşünüldü; Temyiz talebinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi; Silahlı Terör Örgütü üyeliğinden hükmolunan cezanın süresine göre sanık müdafilerinin duruşmalı inceleme isteminin CMK’nın 299.maddesi gereğince reddine, Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede; Yargıtay Ceza Genel Kurulu Tarafından Onanan Daire Kararı 1-Yargıtay CGK tarafından onanarak kesinleşen Silahlı terör örgütü üyeliğiyle ilgili Dairemizin ilk-derece-mahkemesi sıfatıyla verdiği 24.04.2017 tarih, E:2015/3, K:2017/3 sayılı kararında; Bylock iletişim sisteminin FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensuplarının kullanmaları amacıyla oluşturulan ve münhasıran bu suç örgütünün bir kısım mensupları tarafından kullanılan bir ağ olması nedeniyle; Örgüt talimatı ile bu ağadahil olunduğunun ve gizliliği sağlamak için haberleşme amacıyla kullanıldığının, Her türlü şüphedenuzak, kesin kanaate ulaştıracak teknik verilerle tespiti halinde, Kişinin silahlı terör örgütüyle bağlantısını gösteren delilolduğunun kabul edildiği dikkate alınarak, Somut dosyada sanığın bylock kullanıcısı olup olmadığınınatılı suçun sübutu açısından belirleyici nitelikte olması karşısında; Temyiz aşamasında dosyaya gönderildiği anlaşılan; sanığın bylock kullanıcısı olduğunu bildiren, “Tespit ve Değerlendirme Tutanağı”, “Bylock analiz raporu”, “Bylock baz analiz tutanağı” Sanığın eşi tarafından kullanıldığının değerlendirildiğinin belirtildiği “107141” id numarasına ilişkin olarak düzenlenen “Bylock analiz raporu” ve “Tespit ve Değerlendirme Tutanağı”nın, CMK’nın 217.maddesi uyarınca duruşmada sanık ve müdafiine okunarak diyeceklerini sorulmuştur. Tüm dosya kapsamının bir bütün halinde değerlendirilmesi suretiyle sanığın hukuki durumunun takdir ve tayini gerekirken eksik araştırmayla yazılı şekilde karar verilmesi, 2-Sanık temyiz-aşamasında dosyaya gönderdiği 22.02.2018 ceza infaz kurumu havale tarihli dilekçesiyle silahlı terör örgütü suçuyla ilgili etkin pişmanlık talebinde bulunmuştur. Hakkında TCK’nın 221. maddesinin uygulanmasını istemiştir. Sanığın beyanının alınarak koşulları oluştuğu halde TCK’nın 221.maddesinin uygulanıp uygulanmayacağının değerlendirilmesi gerekir. Etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanması koşulları yoksa pişmanlığın TCK’nın 62.maddesi kapsamında değerlendirilip yeniden hüküm kurulmasında zorunluluk bulunması, 3-Kabul ve uygulamaya göre ise; Anayasa Mahkemesi’nin 24.11.2015 tarih ve 29542 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 08.10.2015 tarih, 2014/140 E. 2015/85 sayılı iptal kararının gözönüne alınması gerekir. Bu çerçevede; TCK’nın 53. maddesindeki bazıdüzenlemelerin iptal edilmiş olması nedeniyle bu karar doğrultusunda hüküm kurulması gerektiğiningözetilmemesi ve Kanuna aykırı, sanık ve müdafilerinin temyiz dilekçelerinde ileri sürdükleri temyiz itirazları bu itibarlayerinde görülmüştür. Sonuç Yukarıda açıklanan nedenlerle, hükmün CMK’nın 302/2. maddesi uyarınca BOZULMASINA, Sanığın tutuklulukta geçirdiği süreler, mevcut delil durumu ve suç vasfı da dikkate alınarak tutukluluk halinin devamına, 17.04.2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. Etkin Pişmanlık konusunda daha fazla bilgi için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz.

Boşanma Davasında Kullanmak İçin Yapılan Ses Kaydı Suç Teşkil Etmez

BoÅŸanma Davası-Ses Kaydı-Emsal Yargıtay Kararı Kararın Özeti: Dava, sanığın eÅŸi ile baldızı arasındaki konuÅŸmaları ses kaydı yaptığından bahisle kiÅŸiler arasındaki konuÅŸmaların dinlenmesi ve kayda alınması suçunu iÅŸlediÄŸi iddiasıyla açılmıştır. Ä°lk derece mahkemesi tarafından yapılan yargılama sonucunda sanığın beraatine karar verilmiÅŸtir. Yargıtay, boÅŸanma davasında kullanılmak üzere ses kaydı yapan sanığın hukuka aykırı bir amaçla hareket etmediÄŸini ortaya koymuÅŸtur. Bu ses kaydının boÅŸanma davasında kullanılması önemlidir. Ses kaydının boÅŸanma davası dışında üçüncü kiÅŸilere dinletilmesi özel hayatın gizliliÄŸi suçunu oluÅŸturur. Bu açıdan sanığa ek savunma hakkı da tanınarak özel hayatın gizliliÄŸi suçu açısından mahkûmiyetine karar verilmesi gerekir. Bu nedenle ilk derece mahkemesi kararının bozulması gerekmektedir. Yargıtay 12. Ceza Dairesi'nin E: 2018/8075, K: 2019/1860 Sayılı Kararı “İçtihat Metni” Mahkemesi : … Asliye Ceza Mahkemesi Suç: KiÅŸiler arasındaki konuÅŸmaların dinlenmesi ve kayda alınması Hüküm: Beraat KiÅŸiler arasındaki konuÅŸmaların dinlenmesi ve kayda alınması suçundan sanığın beraatine iliÅŸkin hüküm, katılan tarafından temyiz edilmekle, dosya incelenerek gereÄŸi düşünüldü: OluÅŸa ve dosya kapsamına göre; sanık, baldızı olan katılan ile yapmış olduÄŸu yüz yüze konuÅŸmayı kaydetmiÅŸtir. Bu kaydı eÅŸine karşı açmış olduÄŸu boÅŸanma davasına delil olarak sunmuÅŸtur. Sanığın, boÅŸanma davasındaki iddialarını ispatlama amacı taşıyan eyleminde hukuka aykırı olarak hareket etme bilinciyle davranmadığı anlaşılmıştır. Ancak sanık, içeriÄŸinde eÅŸiyle olan aile yaÅŸantısına ait sıkıntıların ve eÅŸinin …. adlı bir kiÅŸiyle olan yakınlığına dair anlatımlara yer verilen ve içeriÄŸi itibariyle özel olan konuÅŸma kayıtlarını konuÅŸma ve aile bireyleri ile ilgisi olmayan üçüncü kiÅŸi konumunda bulunan tanıklar …. ve …. adlı kiÅŸilere dinletmiÅŸtir. Bu çerçevede sanığa bu eylemi nedeniyle ek savunma hakkı hatırlatılarak TCK'nın 134/2.maddesinde tanımı yapılan özel hayatın gizliliÄŸini ihlal suçundan sanık hakkında mahkumiyete karar verilmesi gerekmektedir. Bu yapılmadan delillerin takdirinde hataya düşülerek yazılı ÅŸekilde beraat kararı verilmesi, Kanuna aykırıdır. Katılanın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüştür. Hükmün bu nedenle 5320 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca halen uygulanmakta olan 1412 sayılı CMUK'un 321. Maddesi gereÄŸince isteme aykırı olarak BOZULMASINA, 13.02.2019 tarihinde oybirliÄŸiyle karar verildi. BoÅŸanma Davası-Ses Kaydı

İş Kazası ve Meslek Hastalığı Nedeniyle Manevi Tazminat

İş kazası ve meslek hastalığı nedeniyle zarar gören kişilerin ve yakınlarının manevi tazminat isteyip isteyemeyeceği hususu önemli konulardan biridir. Sosyal Güvenlik Kurumu, ölüm veya yaralamalı iş kazası ve meslek hastalıklarında manevi zararları karşılamamaktadır. İş ve Sosyal Güvenlik hukukuna ilişkin kanunlarda, manevi zararların işverenden istenip istenemeyeceği konusunda bir düzenleme mevcut değildir. Sorumluluk Hukuku alanında kişilik değerlerinin korunmasını 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 56. maddesi sağlar. Manevi tazminata uygulamada büyük ölçüde, 22.06.1966 gün ve 7/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı yön vermektedir. Yargıtay 21. Hukuk Dairesi’nin uygulaması da bu yöndedir. Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin Manevi Tazminat Değerlendirmesi Daire, önüne gelen birçok uyuşmazlıkta manevi tazminatın niteliği ve işlevini konusunda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Hâkimin özel halleri gözeterek adalete uygun olarak zarar görene ödenmesine karar vereceği tazminat ne bir ceza ne de gerçek anlamda tazminattır. Amacı, zarar görenin uğradığı zararı, acı ve üzüntüleri dindirecek veya hafifletecek bir tatmin duygusu yaratmaktır. Ancak bu da yeterli değildir. Kişilerin beden-ruh bütünlüğüne yönelik haksız eylemlerde, taksirli davranışlarda tatmin duygusu yanında caydırıcılık uyandıran oranda manevi tazminat takdir edilmesi gerekir.” İş kazası ile karşılaşan veya meslek hastalığına yakalanan işçinin manevi tazminat davası açması için mutlaka bedensel zararı bulunması gerekmemektedir. Maluliyet oranı bulunmasına da gerek yoktur. Nitekim Yargıtay 21. Hukuk Dairesi’nin 02.05.2013 gün ve 2013/157–8924 karar sayılı ilamında; “Somut olayda, maluliyet oranı % 0 olsa dahi, davacının iş kazası neticesi oluşan rahatsızlık nedeniyle bir ay süre ile raporlu kaldığı görülmektedir. Davacının vücut bütünlüğünün zarara uğramış olduğu, sağlam insana göre maluliyet oranı olmasa dahi üzüntü ve elem duyacağı açıktır. Ayrıca ruh bütünlüğünün ihlali de cismani zarar kavramına dâhildir. Bu çerçevede, manevi tazminatın düzenlendiği BK’nun 47 ve TBK’nun 56.maddesinde belirtilen bedensel bütünlüğün zedelenmesi koşulunun somut olayda oluştuğu kuşkusuzdur. Hal böyle olunca da maluliyetin olmadığı, bacağında basit bir kesi olduğu, geçici ya da sürekli iş göremezlik ödeneği ödenmediği, yaralanmasının basit bir tıbbi müdahale ile giderilmesinin mümkün bulunduğundan bahisle mahkemece manevi tazminata hükmedilmemesi yersizdir” denilmiştir. Kanunun Esas Aldığı Ölçü Kanun, manevi tazminatın belirlenmesinde, yalnızca işverenin kusurlu olup olmamasına göre bir ölçüyü esas almamıştır. O nedenle, işverenin kusuru olmasa dahi manevi tazminat verilmesi yoluna gidilebilir (kaçınılmazlık). Bu konuda söylenebilecek bir husus da, manevi tazminatın mutlak olarak maluliyet oranı göz önüne alınarak takdir edilen bir tazminat olmadığıdır. Dairenin O maluliyete rağmen manevi tazminat verilmesi gerektiğine ilişkin kararları vardır. Ağır Bedensel Zarar Halinde Zarar Görenin Yakınları Bir kişinin cismani zarara uğraması durumunda, onun çok yakınlarından birinin de aynı eylem nedeniyle ruhsal ve sinirsel sağlık bütünlüğü ağır şekilde bozulmuşsa onların da manevi tazminat isteyebilecekleri kabul edilmektedir. Yakınları demek ölenle aynı evde oturmak demek değildir. Yakınlar, iş kazası veya meslek hastalığı sonucu ağır bedensel zarara uğrayan işçi ile aralarında içsel ve gerçek bir duygu bağı bulunan ve bu zarar nedeniyle ruh ve beden sağlıkları derinden sarsılmış olan kişilerdir. Bu konuda kan veya sıhri hısımlık bağının bulunması şart değildir. Yakın arkadaş veya dost gibi kişilerin de ruhsal bütünlüklerinin zedelendiğini kanıtlamaları halinde manevi tazminat isteme hakkına sahip olduklarının kabulü gerekir. Ölenin eş ve çocuklar, anne, baba, kardeşler gibi yakınları dışında, aralarında içsel ve gerçek bir duygu bağı bulunduğunu ve ölüm olayının ruh ve bedensel bütünlüklerini zedelediğini kanıtlamaları halinde üvey anne ve baba, evlatlık, nikâhsız eş, nişanlı, amca, hala, dayı, teyze gibi yakınları da manevi tazminat isteme hakkına sahiptirler. İş kazası veya meslek hastalığından önce ana rahmine düşen ve sağ doğan çocuk adına velayeten manevi tazminat davası açılabilir. Çünkü manevi tazminat sadece çekilen acılara değil, çekilecek acılara karşı da takdir olunur. Gerçekten babasını dahi tanımak mutluluğundan yoksun kalacak çocuğun bütün yaşantısı boyunca duyacağı eksiklik ve acı söz götürmez. Ağır bedensel zarardan ne anlaşılması gerektiği kanunda açık değildir. Akli durum ağır bedensel zarardır. Yargıtay’ın Değerlendirmesi Bir olayda sigortalı 34 yaşında geçirdiği iş kazası sonucu % 41.20 oranında iş göremezliğe uğramıştır. Ancak Yargıtay sigortalının eş ve çocukların ruhsal ve sinirsel sağlık bütünlüğünün ağır bir şekilde bozulduğu kabul etmemiş; tazminat talebini reddetmiştir. Başka bir olayda ise, iş kazası sonucu % 41,20 oranında sürekli iş göremezliğe uğrayan sigortalının eş ve çocuklarının manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkin davayı kabul etmiş, miktarını yüksek bulmuştur. Ağır bedensel zarara uğrama, her somut olayın kendi özellikleri içinde değerlendirilerek saptanması gereken bir durumdur. Örneğin, işçinin kol, bacak, göz, böbrek gibi hayati önemi bulunan organlarını kaybetmesi veya felç geçirerek yatalak kalması, bitkisel hayata girmesi gibi durumlarda ağır zararın varlığından söz edilebilir. Yargıtay 21. HD 23.12.2013 gün 2013/18582–24569 sayılı kararında; sigortalı, 04.03.2008 tarihinde geçirdiği iş kazası geçirmiştir. Kaza sonucunda gözünün biri tamamen; diğerini kısmen görme yeteneğini kaybetmiştir. Sonuç olarak sigortalı % 38,2 oranında sürekli iş göremezliğe uğramıştır. Burada sigortalının eşinin açtığı manevi tazminat davasında Yargıtay; “olay tarihine, davacı sigortalının sürekli iş göremezlik oranına, tarafların kusur dağılımına ve sosyal ekonomik durumlarına göre eşinin ağır bedensel zararı nedeniyle davacı yararına hükmedilen 20.000,00TL manevi tazminat fazladır” şeklinde yerel mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir. Manevi Tazminat İsteminin Mirasçılara Sirayeti Manevi tazminat isteminin mirasçılara geçmesi konusunda tek düzenleme TMK’nun 25/4.fıkrasıdır. Buna göre, ”manevi tazminat istemi miras bırakan tarafından ileri sürülmüş olmadıkça mirasçılara geçmez’.’ Manevi tazminat isteminin mirasçılara geçebilmesi için zarar görenin ölmeden önce manevi tazminat isteme iradesini açıklamış olması gerekir. Bu irade açıklamasıyla manevi tazminat hakkı mameleki bir alacak hakkına dönüşür. Bunun için zarar görenin manevi tazminat davasını açmış veya böyle bir dava açmak için iradesini açıklamış olması gerekir. Bu irade, bir avukata dava açmak için vekaletname verme şeklinde gösterilebilir. Ya da tazminat sorumlusuna her hangi bir yolla, örneğin, noter aracılığıyla veya mektup göndererek manevi tazminat isteminde bulunması şeklinde olabilir. Yargıtay 21. HD 30.11.2012 gün 2010/5628–11845 karar sayılı ilamına göre; “Sigortalı sağlında açtığı davada verdiği kısmi dava dilekçesinde iş kazası sonucu sürekli iş görmezlik nedeniyle maddi tazminatın fazlaya ilişkin istem hakkını ve manevi tazminat istem hakkını saklı tutmuştur. Bu nedenle ölümünden sonra mirasçıları manevi tazminat isteminde bulunabilirler.” Manevi Tazminat İsteminin Devredilmesi TMK’nun 25/4. fıkrasına göre ”Manevi tazminat istemi karşı tarafça kabul edilmiş olmadıkça devredilemez.” İş Kazası veya Meslek Hastalığı Nedeniyle Manevi Tazminatın Belirlenmesinde Esas Alınan Olgular Manevi tazminat, maddi tazminatın aksine herhangi bir hesaplamaya dayanmaz. Bu tazminatı hâkim somut olayın durumuna göre takdir eder. Elbette bu takdir hakkını kullanırken hâkimin keyfi hareket etmesi söz konusu değildir. Hakim, manevi tazminatı belirlerken “olayın özelliklerini” göz önünde tutacaktır (TBK m. 56/1). Kanun koyucu olayın özelliklerinden anlaşılması gereken husus konusunda hakimi sınırlandırmamıştır. Hakim bunu somut durum ve koşullara göre belirleyecektir. İş Kazası ve Meslek Hastalığında Olayın Özellikleri — Değerlendirme Kıstasları Tarafların kusur durumu, Hak sahiplerinin sayısı, Ölenin yaşı (İş kazasına uğrayan kişinin olay tarihindeki yaşı veya meslek hastalığında rapor tarihindeki yaşının manevi tazminat tutarının belirlenmesinde dikkate alınması gerektiği tartışmasızdır. Örneğin, iş kazası sonucu yüzünde sabit iz kalan 20 yaşında bekar bayanla 50 yaşında evli-çocuklu bayanın yaşadığı manevi zarar farklıdır. Ölüm nedeniyle işçinin yakınlarının açacağı manevi tazminat davalarında da zarar görenini yaşı önem taşımaktadır.), İşçinin maluliyet oranı (Yöntemince belirlenmiş meslekte güç kayıp oranı saptanmadan manevi tazminata karar verilmesi Yargıtay’ca bozma nedeni olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle, kontrol kaydı bulunan hallerde kontrol sonucunun beklenmesi gerekir.), Olayın ortaya çıkış şekli (Kaçınılmazlık durumunda Yargıtay herhangi bir hukuki dayanağı olmayan, tamamen işçinin uğradığı zararın yükünü işçide bırakmamak için yani sosyal, hakkaniyet ve etik düşüncelerle zararı taraflar arasında paylaştırmaya karar vermektedir. Bu paylaştırma genellikle %60 işveren,%40 kazalı kusuru şeklindedir.), Trajik sonuçlar (Zararlandırıcı olayın oluş şekli, manevi tazminat tutarının takdirinde etkili durumlardan birisidir. Örneğin maden ocağında meydana gelen patlama sonucu yanarak zarar gören işçinin, helezon gibi makinalara vücudunu kaptıran işçinin, uçaktan düşmesi sonucu yaralanan işçinin lehine hükmedilecek tazminatı saptanırken oluş şeklinin dikkate alınması gerekir.), Tedavinin süreci ve şekli (Yargıtay’a göre, iş kazası sonucu iş göremezlik oranı % 0 olarak tespit edilen sigortalı işçinin hastanede kaldığı ve raporlu olduğu günler, vücut bütünlüğünün zedelenmesi, duyduğu acı ve üzüntü nedeniyle kendisine uygun bir manevi tazminat takdir edilmesi gerekir.), Mağdurun bedensel görünüşü ve tarafların ekonomik durumları (Manevi tazminat davalarında, tarafların sosyal ve ekonomik durumlarını araştırmalıdır. Özellikle zararı ödemekle yükümlü işverenin işletmesinin hacmi, çalışan sayısı, menkul ve gayrımenkul malvarlığı, hükmedilecek tazminatın sonuçlarına katlanıp katlanamayacağı yönünde bilgiler toplamalıdır. Taraflarca kanıt gösterilmesi halinde hepsi bütün halinde incelenerek değerlendirme yapmalıdır.) gibi birden fazla etkenin gözönünde bulundurulmasıdır. İş kazası ve meslek hastalığına dayanan manevi tazminat davaları zamanaşımı süresince açılabilir. Ancak davanın uzun bir müddet geçtikten sonra açılması durumunda olay nedeniyle manevi-zarar yaşanmadığı söylenemezse de, zararın-miktarının çok fazla olmadığı söylenebilir. Bu halde dahi, davacı tarafın elinde olmayan nedenlerle davayı geç açmış olabileceğinin göz ardı edilmemesi gerekir. Dava açma hakkını bilmemesi, vekilin davayı geç açması, uzun süreli bir rahatsızlık geçirmesi gibi. Tazminat Talep Edebilecek Kimseler TBK maddi ve manevi zararların tazmininde tazminat talep edebilecek kimseler bakımından açık bir sınırlama getirmemiştir. Maddi tazminat bakımından, en başta zarar gören işçinin kendisi, diğerleri için ise ölenin desteğinden yoksun kalma esası kabul edilmiştir. Destekten yoksun kalma davası açılabilmesi için ölen kimseyle davacı arasında kanuni veya akdi bir bakım yükümlülüğü, mirasçılık veya akrabalık aranmamaktadır. Fiili bir destek ilişkisinin varlığı yeterli olmaktadır. Bu konuda esas olan ölenin desteğinde olmaktır. Evlilik birliği devam ederken eşlerden birisinin iş kazası sonucu ölmesi durumunda, eşler arasındaki destek ilişkisi gereği doğal olarak tazminat isteyebilir. Boşanma davası devam ederken taraflar arasında evlilik birliği sona ermediğinden sağ kalan eş tazminat talep edebilir. Sigortalının ölümünden sonra sağ kalan eş evlenmiş ise, tazminat hesabının artık evlenme tarihine kadar olan süre için yapılması gerekir. Tarafların boşanmaları durumunda ise aralarındaki evlilik birliği ortadan kalktığı için maddi tazminat isteyemez. Ancak nafaka alıyorsa isteyebilir. Evliliğin Sakat Olması ve İmam Nikâhlı Eş Evlenmenin sakat olması destekten yoksun kalma tazminatı alacaklısı olmayı engellemez. Evlilik dışında sürekli yaşam birlikteliği kuranlardan birinin ölümü halinde de diğeri destekten yoksun kalma tazminatı isteyebilir (TBK m. 53). Bu beraberliklerde taraflar arasında resmi nikah olmamasına rağmen birlikte olma konusunda geleceğe dönük bir kararlılık bulunmaktadır. “İmam nikahlı” olarak tabir edilen birlikteliklerin manevi açıdan nikahlı birliktelik kuranlardan farkı bulunmamaktadır. Ancak taraflar arasındaki ilişkinin gelip geçici nitelikte olduğu, manevi açıdan güçlü bir ilişkinin olmadığı, metres ilişkisi olarak adlandırılan, sadece cinsel amaç taşıyan ve bu nedenle kurulup devam ettirilen bir beraberlik olduğu durumlarda tazminat isteği reddedilmelidir. İşçinin Çocukları Tazminat isteyebileceklerin en başında olanlardan birisi de işçinin çocuklarıdır. Evlat edinmenin ortaya çıkardığı sonuçlar sebebiyle aralarında evlatlık ilişkisi olan kimselerin birbirlerinin desteği oldukları kabul edilmektedir. Bu durumun doğal sonucu olarak da iş kazası sonucu ölen kişinin evlatlığı ya da işçi olan evlatlığın ölümü durumunda hayatta kalan evlat edinen, işverene karşı destekten yoksun kalma davası açabilir. Anne — babalarına fiilen bakan kimselerin ölümü halinde anne-baba da maddi tazminat isteyebilir. Anne-baba sosyal güvenlik kurumundan bir gelir almakta ise maddi tazminat isteyemez. Manevi tazminat için geliri olup olmamanın bir önemi yoktur. Kardeşler arasında ölüm olayı gerçekleşmeden önceki dönemde fiili ve düzenli bir bakım ilişkisi kurulmuşsa sağ kalan kardeş, tazminat sorumlusundan destekten yoksun kalma tazminatı isteyebilir. Manevi tazminat için böyle bir koşul aranmamaktadır. İşçinin iş kazasından önce işverene karşı dava hakkından feragat etmesi, sulh anlaşması yapmış olması ya da işvereni affetmesi kendisinin ya da destekten yoksun kalan kimselerin dava hakkına herhangi bir etki yaratmaz. Tazminat Borcunu Ortadan Kaldıran ya da Azaltan Sebepler Feragat Kazaya uğrayan işçi ya da hak sahiplerinin açtıkları maddi ve manevi tazminat davasından özgür iradeleri ile feragat etmelerine bir engel bulunmamaktadır. Feragat halinde davanın reddine karar verilecektir. İbra İşçi ya da hak sahipleri tazminat alacakları konusunda işvereni ibra edebilirler. TBK’nun ibra konusunda getirdiği koşullar ibrayı ifa haline getirmiştir. Kanuna göre bir ibradan söz edebilmek için (TBK m. 420), ibra sözleşmesinin, iş sözleşmesinin feshinden en az bir ay geçtikten sonra ve yazılı olarak düzenlenmesi gerekir. Ödenecek tazminatın tür ve miktar olarak açıkça belirlenmesi, ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması şarttır. Gerçek anlamda ibranameden söz edebilmek için yapılan ödemenin miktar olarak ibranamede açıkça gösterilmesi ve ödemenin yapıldığı tarihteki zararı karşılaması koşuldur. Nakit yerine tapudan taşınmaz devri veya taşınır mal verilmesi söz konusu olabilir. Bunların değerinin tespiti yoluyla açık oransızlık bulunup bulunmadığı değerlendirmesi yapılır. Manevi tazminat istemlerine gelince; hukuka aykırı eylem yüzünden çekilen elem ve üzüntüler, o tarihte duyulan ve duyulması gereken bir haldir. Üzüntü ve acıyı zamana yaymak suretiyle, manevi tazminatın bölünmesi, bir kısmının dava konusu yapılması kalanın saklı tutulması olanağı yoktur. Niteliği itibariyle manevi tazminat bölünemez. Bir defada istenilmesi gerekir. Zamanaşımı İş kazası tazminatları açısından zamanaşımı ayrı bir hükümle düzenlenmiş değildir. Uygulamada işçinin bedensel zararlarına ilişkin tazminat alacaklarına dair davalar, sözleşmeden kaynaklanan haklar kabul edilerek daha uzun zamanaşımı süresine tabi tutulmaktadır. TBK’nun 146. maddesi hükmü, zamanaşımı hakkında genel bir düzenlemedir. Yasada hakkında farklı bir düzenleme bulunmayan hallerde, anılan hükmün öngördüğü on yıllık zamanaşımı uygulanır. Talebin haksız fiile veya başka bir hukuksal gerekçeye dayandırılması halinde, fiil aynı zamanda suç teşkil etmekteyse ve ceza öngören yasalarının bu suç için öngördüğü daha uzun bir zamanaşımı süresi bulunmakta ise, TBK’nun 72. maddesi gereğince, haksız fiile dayandırılan tazminat alacağı daha uzun olan ceza zamanaşımı süresine tabi olacaktır. Zamanaşımı, alacağın muaccel olduğu tarihten itibaren başlayacaktır. Dolayısıyla, iş kazası nedeniyle açılacak tazminat davalarında uygulanacak on yıllık zamanaşımının başlangıç tarihi iş kazasının meydana geldiği tarihtir. Meslek hastalığında ise meslek hastalığının rapor ile tespit edildiği tarihtir. İş kazası ve meslek hastalığı nedeniyle manevi tazminat isimli makalemize internet sitemizden ulaşabilirsiniz.

Trafik Kazalarından Kaynaklanan Tazminatlarda Tahkim Yolu

Trafik kazaları sonucu haksız ve hukuka aykırı olarak maddi veya bedeni zarara uğrayan kişilerin, sigortalardan kaynaklı tazminat taleplerinde ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların çözümü amacıyla 14.06.2007 tarih ve 26552 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Sigortacılık Kanunu’nun 30. maddesi ile Türkiye Sigorta ve Reasürans Şirketler Birliği çatısı altında İstanbul’da Sigorta Tahkim Komisyonu faaliyete geçirilmiştir. Konusunda uzman sigorta hakemleri ve raportörler aracılığıyla trafik kazalarından kaynaklı uyuşmazlıkların çözümü için faaliyet gösterilmektedir. Bu amaçla kurulan komisyon, müsteşarlık temsilcisi, iki birlik temsilcisi, tüketici derneği temsilcisi ve müsteşarlıkça seçilen akademisyen hukukçu temsilcisinin katılımıyla oluşur. Trafik kazalarından kaynaklı sigorta uyuşmazlıklarında, adli yargı yerlerinde tazminat davası açılabilir. Ayrıca isteğe bağlı bir yol olan sigortacılıkta tahkim müessesesine de başvurulabilir. Burada 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 416. maddesindeki isteğe bağlı tahkimden ayrı olarak hakemler taraflarca seçilmeyip doğrudan komisyon tarafından atanmaktadır. 5684 sayılı Sigortacılık Kanunu’nun 13. maddesi hükmüne göre trafik kazaları sonucu oluşan tazminat uyuşmazlıklarda komisyona başvurulmasının ön koşulu olarak; İdari yargıdaki idari eylemlerden kaynaklı tazminat davalarındaki ön başvuruya benzer bir şekilde trafik kazası sonucu zarar gören tarafından öncelikle tazminat istemiyle ilgili olarak gerekli tüm belgelerle birlikte sigortacı kuruluşa başvuru yapılması gerekmektedir. Ayrıca başvurusunun kısmen-tamamen olumsuz sonuçlanması veyahut sigortacılık yapan kuruluşça 15 gün içerisinde ilgilisine yazılı olarak bir cevap verilmemesi gerekmektedir. Bu süre 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 98. ve 99. maddeleri uyarınca 8 gündür. Diğer yandan aynı Kanun’un 14. maddesine göre trafik kazası sonucu uğranılan zararlardan kaynaklı uyuşmazlıklarla ilgili daha önce dava açılmış olabilir. Tüketici Sorunları Hakem Heyeti’ne de başvurulmuş olabilir. İşte bu yerlere başvuru yapılmışsa aynı konuda komisyona başvuru yapılamayacaktır. Başvuru Yapılması ve Başvurunun İncelenmesi Trafik kazası sonucu, kazaya karışan araç sürücüleri, kazadan zarar gören yolcular, yayalar ve 3. kişiler tarafından Tahkim Komisyonuna başvuru yapılabilir. Başvurular Sigortacılık Kanunu’nun 30.maddesinin 15.fıkrası ile ilgili Yönetmeliğin 16.maddesinin 6.fıkrası uyarınca raportörlerce 15 gün içinde incelenerek yazılan rapor hakemlere gönderilmektedir. Hakemler de tarafların açık ve yazılı kabulleriyle uzatılmadığı takdirde en geç 4 ay içinde uyuşmazlıkla ilgili kararlarını vermek zorundadır. Hakem kararlarının sonuçları ve başvurulabilecek itiraz ve temyiz yolu 5.000 (beşbin) TL’nin altındaki uyuşmazlıklar hakkında hakemlerce verilen kararlar kesindir ve itiraz edilemez. 5.000 (beşbin) TL ve 40.000 (kırkbin) TL arasındaki uyuşmazlıklarla ilgili yapılan taleplere ilişkin verilen hakem kararlarına karşı tebliğden itibaren 10 gün içinde İtiraz Hakem Heyeti’ne başvuru yapılabilir. Heyetçe verilecek bu kararlar kesindir ve temyiz yolu kapalıdır. 40.000 (kırkbin) TL’nin üzerindeki hakem kararlarına karşı ise Yargıtay’ın ilgili dairesine temyiz başvurusu yapılabilir. Trafik kazalarından kaynaklı tazminat uyuşmazlıklarıyla ilgili yapılacak başvuruların uzman avukatlarca yapılması ilgililerin haklarına çabuk ve tam olarak kavuşmaları için gereklidir. Meydana gelen trafik kazaları sonrasında genellikle kişiye veya yakınlarına ulaşan kişiler konusunda bilgisiz ve tecrübesiz kişilerdir. Bu kişilerce iş takibi yoluna gidilmekte ve süresinde başvuru yapılmayarak veya gerekli belgeleri yeterince komisyona sunulmayarak/sunulamayarak veyahut bilirkişi raporlarına veya kaza tespit tutanaklarına v.s. gerekli itirazlar yapılmayarak kişiler zarar uğratılmakta, almaları gereken miktardan çok daha az tazminat elde edebilmekte ve bu tazminatların büyük kısmını bu kişilere ödemek suretiyle mağdurlar hak kaybına uğratılabilmektedir.

Kişisel Verilerin Korunması, Önemi ve Korumada İzlenecek Yöntem

Kişisel verilerin korunması, günümüzde kişisel verilere karşı artan tehditlere karşı bir savunma mekanizması olarak karşımıza çıkmaktadır. Kişisel veri, kişilerin kimliklerini belirlemeye imkân sağlayan her türlü bilgi olarak tanımlanmaktadır (Korkmaz, İbrahim; 2016: 82). Günümüzde bilişim teknolojilerinde yaşanan gelişmeler, idarenin sahip olduğu, gerçek ve tüzel kişilere ait söz konusu verilerin güvenliğini tehdit eder olmuştur. Dolayısıyla, idarenin edindiği her-türlü verinin güvenliğinin sağlaması hem kamu kurumları hem de özel sektör için temel bir yükümlülük biçimini almıştır (Yıldız, Yiğit; 2019: 2). Ülkemizde de bu konuda 2010 yılı anayasa değişikliği önemli bir rol oynamaktadır. Bununla kişisel verilerin muhafazası, tıpkı yaşama hakkı gibi, temel bir insan hakkı şeklinde Anayasanın 20.maddesinde güvence altına alınmıştır. Sonrasında 95/46/EC sayılı Avrupa Birliği Direktifi gibi uluslararası düzenlemeler ışığında kişisel verilerin işlenme koşulları, fertlerin aydınlatılması, bu sahayı kontrol ve tanzim edecek bir kurulun oluşturulması amacıyla veri güvenliğine ilişkin temel ilkelerin düzenlendiği 6698 Sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK), 07 Nisan 2016 tarih ve 29677 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir (Yıldız, Yiğit; 2019: 2). Kişisel Verilerin Korunması Kanunun Amacı, Kapsamı Ve Tanımlar a) Kanunun Amacı Bu Kanunun amacı: Kişisel verilerin işlenmesinde, kişilerin temel hak ve özgürlüklerini korumak, Kişisel verileri işleyen gerçek ve tüzel kişilerin yükümlülükleri ile uyacakları usul ve esasları düzenlemek (disiplin altına almak), Kişilerin mahremiyetini korumak, Kişisel veri güvenliğini sağlamak, olarak dört başlıkta sayılabilir. b) Kanunun Kapsamı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu; Kişisel verileri işlenen gerçek kişiler ile bu verileri tamamen veya kısmen otomatik olan ya da herhangi bir veri kayıt sisteminin parçası olmak kaydıyla otomatik olmayan yollarla işleyen gerçek ve tüzel kişiler hakkında uygulanır. Kanunla koruma altına alınan kişisel veriler sadece gerçek kişilere ait olan kişisel verilerdir. Tüzel kişilere ait olanlar koruma altında bulunmamaktadır. Fakat tüzel kişiye ait verinin elde edilmesi, bir veya birden fazla gerçek kişinin kimliğinin belirlenmesini olanaklı kılıyorsa, bu tür verilerin de Kanunun korumasından yararlanması mümkündür. Bu durumda da esasen korunan, gerçek kişiye ilişkin kişisel verilerdir. Kanunda kişisel verilerin kısmen veya tamamen otomatik olan veya herhangi bir veri kayıt sisteminin parçası olmak kaydıyla otomatik olmayan yollarla işlenmesi bakımından da herhangi bir fark öngörülmemektedir. Bu nedenle kişisel verilere ulaşımı kolaylaştıracak şekilde, belirli bir kritere göre yapılandırılmış her türlü sistem Kanun kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. Örneğin, herhangi bir kritere bağlı olmaksızın kişilerin ad-soyadlarının rastgele bir şekilde kâğıtta yer alması hali Kanun kapsamına girmemektedir. Söz konusu isimlerin belirli bir kritere göre bir kâğıda kaydedilmesi durumunda, bu veri kaydının Kanun kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir. 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun 2. maddesi 95/46/AT sayılı Avrupa Birliği Yönergesi örnek alınarak düzenlendiği göz önüne alındığında Yönerge, kişisel verilerin tamamen veya kısmen otomatik olarak işlenmesi ve bir dosyalama sistemine kaydedilen veya kaydedilecek kişisel verilerin otomatik olmayan yollarla işlenmesi durumlarında uygulanır. Kişisel veriler otomatik olarak işlem görmese bile, bir dosya içerisinde düzenlenmiş ve verilere ulaşılabilmesi belirli kriter veya kriterlere göre kolaylaştırılmış ise, bu işlemler Yönerge’nin dolayısıyla 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanununun koruması altındadır. Bu anlamda kişisel verilerin bilgisayarda veya bir dosyada bulunması arasında fark yoktur. Otomatik veya elle işlenen bütün kişisel veriler Yönergenin kapsamındadır (Korkmaz, İbrahim; 2016: 91–92). c) Kanunda Geçen Bazı Terimlerin Tanımı Kanunun uygulanmasına ilişkin bazı tanımlar Kanunun 3’üncü maddesinde açıklanmıştır. Aşağıda bu terimlerden bir kısmına yer verilmiştir. Kişisel Veri Kişisel veri, belirli ya da belirlenebilir nitelikteki bir kişiye ilişkin her türlü bilgidir. Bu durumda kişisel veriyi, kişisel olmayan verilerden ayırabilmek için temelde iki ölçütten yararlanıldığı söylenebilir. Buna göre, kişisel veriden söz edebilmek için, Verinin bir kişiye ilişkin olması ve Bu kişinin de belirli ya da belirlenebilir nitelikte olması öngörülmektedir. Kanunda yapılan tanımlamada hangi bilgilerin kişisel veri olarak kabul edileceğine ilişkin sınırlı sayım esasının benimsenmediği anlaşılmaktadır. Kanunda gelişen teknolojilerle türetilebilecek veri kategorilerini de düzenleyecek şekilde geniş bir kişisel veri tanımı yapılmaktadır. Kanunun gerekçesinde bireyin adı, soyadı, doğum tarihi ve doğum yeri gibi onun kesin teşhisini sağlayan verilerin yanı sıra, kişinin fiziki, ailevi, ekonomik, sosyal ve çeşitli özelliklerine ilişkin verilerin de kişisel veri niteliğinde olduğu belirtilmiştir. Kişisel veriler, kişinin fiziksel, ekonomik, kültürel, sosyal veya psikolojik kimliğini ifade eden somut bir içerik taşıyabileceği gibi, Kimlik, vergi, sigorta numarası gibi herhangi bir kayıtla ilişkilendirilmesi sonucunda kişinin belirlenmesini sağlayan tüm verileri kapsamaktadır. Nitekim, Kanunun gerekçesinde de telefon numarası, motorlu taşıt plakası, sosyal güvenlik numarası, pasaport numarası, özgeçmiş, resim, görüntü ve ses kayıtları, parmak izleri, genetik bilgiler gibi verilerin dolaylı da olsa kişiyi belirlenebilir kılabilme özelliklerinden dolayı kişisel veri olarak kabul edilmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Kanun kişisel verileri, Kişisel Veri ve Özel Nitelikli Kişisel Veri (Hassas Veri) olarak gruplandırılmıştır. Buna göre: Kişisel Veri Kişisel Veri, kimliği belirli veya belirlenebilir gerçek kişiye ilişkin; ad, soyad, doğum tarihi, doğum yeri, telefon numarası, e-mail adresi, araç plakası, sosyal güvenlik numarası, pasaport numarası gibi her türlü bilgiyi ifade etmektedir. Özel Nitelikli Kişisel Veri Özel Nitelikli Kişisel Veri(Hassas Veri) ise kişilerin; ırkı, etnik kökeni, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi veya diğer inançları, kılık ve kıyafeti, dernek, vakıf ya da sendika üyeliği, sağlığı, cinsel hayatı, ceza mahkûmiyeti ve güvenlik tedbirleriyle ilgili verileri, biyometrik verileri olarak belirtilmiştir. Kişisel Verilerin İşlenmesi Kişisel verilerin tamamen veya kısmen otomatik olan ya da herhangi bir veri kayıt sisteminin parçası olmak kaydıyla otomatik olmayan yollarla; Elde edilmesi, Kaydedilmesi, Depolanması, Muhafaza edilmesi, Değiştirilmesi, Yeniden düzenlenmesi, Açıklanması, Aktarılması, Devralınması, Elde edilebilir hâle getirilmesi, Sınıflandırılması ya da Kullanılmasının engellenmesi gibi veriler üzerinde gerçekleştirilen her türlü işlemi Kişisel Verilerin İşlemesi olarak tanımlanmıştır. Kişisel verileri işleme yöntemlerinden bazıları aşağıda açıklanmaktadır: Elde edilme veya kaydetme: Kişisel verilerin ilk defa elde edildikleri an itibarıyla işleme fiili başlamaktadır. Depolama/muhafaza etme: Dijital ya da fiziksel ortamda, kişisel verilerin saklanması, barındırılması ya da depolanması işleme kapsamında kabul edilir. Değiştirme / Yeniden Düzenleme: Kişisel verilerin, çeşitli yöntemler kullanılmak suretiyle değiştirilmesi ya da yeniden düzenlenmesi de işleme sayılır. Aktarılma / Devralınma: Kişisel verilerin çeşitli yöntemlerle iletilmesi de işleme faaliyeti kapsamındadır. Açık Rıza Belirli bir konuya ilişkin, bilgilendirilmeye dayanan ve özgür iradeyle açıklanan rızayı ifade etmektedir. Öte yandan Anayasa’nın 20’nci maddesinin 3.fıkrasında, kişisel verilerin, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebileceği hüküm altına alınmıştır. Açık rıza, 6698 sayılı Kanun’da hem özel nitelikli kişisel veriler hem de özel nitelikli olmayan kişisel veriler bakımından temel hukuka uygunluk sebebi olarak veri işlemenin dayanağı için temel unsur olarak kabul edilmiştir. Açık rızanın, rıza veren kişinin “olumlu irade beyanı” nı içermesi gerekmektedir. Diğer mevzuattaki düzenlemeler saklı kalmak üzere, açık rızanın yazılı şekilde alınmasına gerek yoktur. Açık rızanın elektronik ortam ve çağrı merkezi vb. yollarla alınması da mümkündür. Burada ispat yükümlülüğü veri sorumlusuna aittir. Kanunun 3’üncü maddesinde yer verilen açık rıza tanımı kapsamında, açık rızanın 3 unsuru bulunmaktadır: Belirli bir konuya ilişkin olması, Rızanın bilgilendirmeye dayanması, Özgür iradeyle açıklanması. Veri Sorumlusu ve Veri İşleyen Veri Sorumlusu; kişisel verilerin işleme amaçlarını ve vasıtalarını belirleyen, veri-kayıt sisteminin kurulmasından ve yönetilmesinden sorumlu olan gerçek veya tüzel kişiyi, Veri İşleyen ise Veri Sorumlusunun verdiği yetkiye dayanarak onun adına kişisel verileri işleyen gerçek veya tüzel kişiyi ifade etmektedir. Veri işleyenler, kişisel verileri veri sorumluları tarafından verilen talimatlar çerçevesinde işleyen, bir başka ifadeyle veri sorumlularınca çalıştırılan kişiler olabileceği gibi, veri sorumlusu tarafından kendisinden verilerin işlenmesi hizmeti satın alınan ayrı bir gerçek veya tüzel kişi olabilir. Kanunun gerekçesinde verilen örnekte, bir muhasebe şirketinin kendi personeliyle ilgili tuttuğun verilerin işlenmesi açısından veri sorumlusu, aynı şirketin müşterisi olan şirketlere ilişkin kişisel verilerin işlenmesi açısından veri işleyen olarak kabul edilmesi gerekmektedir (Korkmaz, İbrahim; 2016: 98). Veri Kayıt Sistemi Kişisel verilerin belirli kriterlere göre yapılandırılarak işlendiği kayıt sistemi Veri Kayıt Sistemi olarak tanımlanmıştır. Kanunun gerekçesinde de belirtildiği gibi veri kayıt sistemleri elektronik veya fiziki ortamlarda oluşturulabilir (Korkmaz, İbrahim; 2016: 97). Kanunun gerekçesine göre, otomatik olmayan yollarla işlenen kişisel veriler bir veri kayıt sisteminin parçası değilse Kanun kapsamında değerlendirilmeyecektir. Bir başka ifadeyle, Kanun aşağıdaki iki durumda uygulama alanı bulacaktır: Kişisel verilerin kısmen veya tamamen otomatik yollarla işlenmesi, Kişisel verilerin otomatik olmayan yollarla fakat bir veri kayıt sistemi içerisinde işlenmesi. Kişisel Verilerin Korunması Kanununa Göre Kişisel Verilerin İşlenmesi a)Genel İlkeler Kişisel veriler, ancak 6698 sayılı Kanunda ve diğer kanunlarda öngörülen usul ve esaslara uygun olarak işlenebilir. Kişisel verilerin işlenmesinde aşağıdaki ilkelere uyulması zorunludur: a) Hukuka ve dürüstlük kurallarına uygun olma. b) Doğru ve gerektiğinde güncel olma. c) Belirli, açık ve meşru amaçlar için işlenme. ç) İşlendikleri amaçla bağlantılı, sınırlı ve ölçülü olma. d) İlgili mevzuatta öngörülen veya işlendikleri amaç için gerekli olan süre kadar muhafaza edilme. Bu ilkeler, tüm kişisel veri işleme faaliyetlerinin özünde bulunmalı ve tüm kişisel veri işleme faaliyetleri bu ilkelere uygun olarak gerçekleştirilmelidir. b) Kişisel Verilerin İşlenme Şartları Genel kural Kişisel veriler ilgili kişinin açık rızası olmaksızın işlenemez. Ancak aşağıdaki şartlardan birinin varlığı hâlinde, ilgili kişinin açık rızası aranmaksızın kişisel verilerinin işlenmesi mümkündür: a) Kanunlarda açıkça öngörülmesi. b) Fiili imkânsızlık nedeniyle rızasını açıklayamayacak durumda bulunan veya rızasına hukuki geçerlilik tanınmayan kişinin kendisinin ya da bir başkasının hayatı veya beden bütünlüğünün korunması için zorunlu olması. c) Bir sözleşmenin kurulması veya ifasıyla doğrudan doğruya ilgili olması kaydıyla, sözleşmenin taraflarına ait kişisel verilerin işlenmesinin gerekli olması. ç) Veri sorumlusunun hukuki yükümlülüğünü yerine getirebilmesi için zorunlu olması. d) İlgili kişinin kendisi tarafından alenileştirilmiş olması. e) Bir hakkın tesisi, kullanılması veya korunması için veri işlemenin zorunlu olması. f) İlgili kişinin temel hak ve özgürlüklerine zarar vermemek kaydıyla, veri sorumlusunun meşru menfaatleri için veri işlenmesinin zorunlu olması. Kişisel verilerin işlenme şartları, yani hukuka uygunluk halleri, Kanunda sayma yoluyla belirlenmiş olup, bu şartlar genişletilemez. Veri sorumlusu tarafından kişisel veri işleme faaliyetinin amacının öncelikli olarak açık rıza dışındaki yukarıda sayılan işleme şartlarından birine dayanıp dayanmadığı değerlendirilmelidir. Eğer bu-amaç Kanunda belirtilen açık-rıza dışındaki şartlardan enaz birini karşılamıyorsa, bu durumda veri-işleme faaliyetinin devamı için kişinin açık-rızasının alınması-yoluna gidilmelidir. Kişisel veri işleme faaliyetinin amacında birden fazla sayıda kişisel veri işleme şartı bulunabilir. Örneğin, maaş-bordrosu düzenlemek amacıyla çalışanların kişisel verilerinin işlenmesinin hukuki dayanağı, kişisel-veri-işleme şartlarından sözleşmenin ifası ve veri-sorumlusunun hukuki yükümlülüğünün yerine getirilmesidir. c) Özel Nitelikteki Kişisel Verilerin İşlenme Şartları Özel nitelikli kişisel veriler, öğrenilmesi halinde ilgili kişi hakkında ayrımcılık yapılmasına veya mağduriyete neden olabilecek nitelikteki verilerdir. Bu nedenle diğer kişisel verilere göre çok daha sıkı şekilde korunmaları gerekmektedir. Özel nitelikli kişisel verilerin neler olduğundan ve sınırlı sayma yoluyla belirlendiğinden yukarıda bahsetmiştik. Bu verilerin, ilgilinin açık rızası olmaksızın işlenmesi yasaklanmıştır. Yukarıda belirtilen özel nitelikli kişisel-verilerden sağlık ve cinsel hayat dışındaki kişisel veriler, kanunlarda öngörülen hâllerde ilgili kişinin açık-rızası aranmaksızın işlenebilir. Sağlık ve cinsel hayata ilişkin kişisel veriler ise ancak; Kamu sağlığının korunması, Koruyucu hekimlik, tıbbî teşhis, tedavi ve bakım hizmetlerinin yürütülmesi, Sağlık hizmetleri ile finansmanının planlanması ve yönetimi amacıyla, Sır saklama yükümlülüğü altında bulunan kişiler veya yetkili kurum ve kuruluşlar tarafından ilgilinin açık rızası aranmaksızın işlenebilir. Özel nitelikli kişisel verilerin işlenmesinde, ayrıca Kurul tarafından belirlenen yeterli önlemlerin alınması zorunluluktur. Özel nitelikli kişisel verilerin işlenmesinin tam olarak hangi durum ve şartlara uyularak gerçekleştirilebileceği Kanunda öngörülmüştür. Nitekim yaşam hakkı, ifade özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü gibi birçok temel hak ve özgürlüğün kullanılması, özel nitelikli kişisel verilerin işlenmesini zorunlu-kılmaktadır. Bu bakımdan, özel nitelikli kişisel verilerin işlenmesinin mutlak bir yasak olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Kişisel Verilerin Korunması Kanununa Göre Haklar Ve Yükümlülükler a)Veri Sorumlusunun Aydınlatma Yükümlülüğü Kanun koyucu kişisel verileri işlenen ilgili kişilere bu verilerinin kim tarafından, hangi amaçlarla ve hukuki sebeplerle işlenebileceği, kimlere hangi amaçlarla aktarılabileceği hususunda bilgi edinme hakkı tanımakta ve bu hususları, veri sorumlusunun aydınlatma yükümlülüğü kapsamında ele almaktadır. Buna göre veri sorumlusu, Kanunun 10.maddesi çerçevesinde kişisel verilerin elde edilmesi sırasında bizzat veya yetkilendirdiği kişi aracılığıyla aşağıdaki bilgileri ilgili kişiye sağlamakla yükümlüdür: Veri sorumlusunun ve varsa temsilcisinin kimliği, Kişisel verilerin hangi amaçla işleneceği, Kişisel verilerin kimlere ve hangi amaçla aktarılabileceği, Kişisel veri toplamanın yöntemi ve hukuki sebebi, 11’inci maddede sayılan diğer hakları. Veri işleme faaliyetinin ilgili kişinin açık rızasına bağlı olduğu veya faaliyetin Kanundaki diğer bir şart kapsamında yürütüldüğü durumlarda da veri sorumlusunun ilgili kişiyi bilgilendirme yükümlülüğü devam etmektedir. Yani ilgili kişi, kişisel verisinin işlendiği her durumda aydınlatılmalıdır. Veri Sorumluları Siciline kayıt yükümlülüğünün bulunması durumunda aydınlatma yükümlülüğü çerçevesinde ilgili kişiye verilecek bilgiler, sicile açıklanan bilgilerle uyumlu olmalıdır. Aydınlatma yükümlülüğünün yerine getirilmesi, ilgili kişinin onayına tabi değildir. Tek taraflı bir beyanla aydınlatma yükümlülüğü yerine getirilebilir. Aydınlatma yükümlülüğünün yerine getirildiğinin ispatı ise veri sorumlusuna aittir. b)İlgili Kişinin Hakları Kanunun 11’inci maddesi çerçevesinde ilgili kişi her zaman veri sorumlusuna başvurarak kendisi ile ilgili; Kişisel verilerinin işlenip işlenmediğini öğrenme, Kişisel verileri işlenmişse buna ilişkin bilgi talep etme, Kişisel verilerinin işlenme amacını ve bunların amacına uygun kullanılıp kullanılmadığını öğrenme, Yurt içinde veya yurt dışında kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişileri bilme, Kişisel verilerin eksik veya yanlış işlenmiş olması hâlinde bunların düzeltilmesini isteme, Kişisel verilerin silinmesini veya yok edilmesini isteme, Kişisel verilerin düzeltilmesi, silinmesi veya yok edilmesine ilişkin işlemlerin kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişilere bildirilmesini isteme, İşlenen verilerin münhasıran otomatik sistemler vasıtasıyla analiz edilmesi suretiyle kişinin kendisi aleyhine bir sonucun ortaya çıkmasına itiraz etme, Kişisel verilerin kanuna aykırı olarak işlenmesi sebebiyle zarara uğraması hâlinde zararın giderilmesini talep etme haklarına sahiptir. c)Veri Güvenliğine İlişkin Yükümlülükler Kanunun veri güvenliğine ilişkin 12’nci maddesine göre veri sorumlusu; Kişisel verilerin hukuka aykırı olarak işlenmesini önlemek, Kişisel verilere hukuka aykırı olarak erişilmesini önlemek, Kişisel verilerin muhafazasını sağlamak ile yükümlüdür. Maddenin devamında, veri sorumlusunun, kişisel verilerin kendi adına başka bir gerçek veya tüzel kişi tarafından işlenmesi hâlinde, birinci fıkrada belirtilen tedbirlerin alınması hususunda bu kişilerle birlikte müştereken sorumlu olduğu, kendi kurum veya kuruluşunda, bu Kanun hükümlerinin uygulanmasını sağlamak amacıyla gerekli denetimleri yapmak veya yaptırmak zorunda olduğu belirtilmiştir. Ayrıca veri sorumluları ile veri işleyen kişilerin, öğrendikleri kişisel verileri bu Kanun hükümlerine aykırı olarak başkasına açıklayamaz ve işleme amacı dışında kullanamayacakları ve bu yükümlülüklerinin görevden ayrılmalarından sonra da devam edeceği hükme bağlandıktan sonra, işlenen kişisel verilerin kanuni olmayan yollarla başkaları tarafından elde edilmesi hâlinde, veri sorumlusunun bu durumu en kısa sürede ilgilisine ve Kurula bildireceği ve Kurulun, gerekmesi hâlinde bu durumu, kendi internet sitesinde ya da uygun göreceği başka bir yöntemle ilan edebileceği öngörülmüştür. Sonuç Kişisel veri, belirli ya da belirlenebilir nitelikteki bir kişiye ilişkin her türlü bilgiyi ifade etmektedir. Bir temel hak ve özgürlük olarak Anayasa ile güvence altına alınan kişisel verilerin korunması hakkına yönelik yapılacak düzenlemeler de, Anayasanın 20’nci maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca ancak kanunla yapılabileceğinden, veri sorumluları, veri işleyenler ve ilgili kişilerin hak ve yükümlülükleri 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanununda ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Kanunda ve ilgili mevzuatta yeterli koruma önlemleri düzenlenen kişisel verilerin hukuka aykırı işlemesi durumunda ilgililer idari ve cezai yaptırımlara muhatap olacaklarından, kişisel verileri işleyen Veri sorumluları gerek Kanun gerekse diğer ikincil mevzuat düzenlemeleri kapsamındaki yükümlülükleri doğru ve eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmek için öncelikle bir kişiyi veya birden çok kişiden oluşan birimi/ekibi görevlendirmesi gerekmektedir. Görevlendirilecek bu kişi veya kişilerin, kişisel verilerin korunması ile ilgili mevzuat ve uygulamalar konusunda yetkin, kişisel veri işleme süreçleri ve bu süreçlere bağlı olarak işlenen kişisel veriler hakkında detaylı bilgi sahibi olan hukuk, bilgi işlem ve insan kaynakları gibi birimlerde görev yapan kişi veya kişilerden seçilmesi önerilir. Kişisel Verilerin Korunması, Önemi ve Korumada İzlenecek Yöntem başlıklı makalemize internet sitemizden ulaşabilirsiniz.